27 Şubat 2008 Çarşamba

İhtiyarlara Yer Yok - Ruhun binlerce küçük odası




“Gözler ruhun pencereleridir,” diye yazmış Cormack McCarthy romanında. Coen kardeşlerin sözü geçen romandan aynı isimle beyazperdeye uyarladıkları “İhtiyarlara Yer Yok”ta, sıklıkla camların kırıldığını ve ruhun pencerelerine delikler açıldığını görüyoruz. Bazen bununla da kalınmıyor ve insanların alınlarının ortasına kapılar açılıyor.

Ama pencereler ve kapılar açılmadan önce film 80’li yılların başında, Teksas’ta bir kasabanın şerifini canlandıran Tommy Lee Jones’un sesiyle açılıyor. Kendini yaşlı hisseden adam bize, karşısına çıkan şiddetin boyutlarını artık anlayamadığını ve korkmamasına rağmen çıkıp akıl erdiremediği bir kötülükle savaşmak istemediğini itiraf ediyor. İnsan doğasının değiştiğine şahit olmuş; insanların şiddete bağımlı hale gelmesi onu ürkütmüş. Javier Bardem’in canlandırdığı soluk kesici katil Anton Chigurh teknolojinin mutasyona uğrattığı böyle bir kötülüğü simgeliyor. Gaz tankından devşirme hava basınçlı bir silah ve susturucusu olan bir pompalı tüfek kullanıyor. Daha filmin ilk dakikasında işlediği cinayetten aldığı hazzı gözlerinden okumak mümkün. Sadece bir ihtiyacını gideriyor gibi; rahatlıyor, zevk alıyor.
Filmin öteki erkeği Llweleyn Moss ise öldürme zevkini Rio Grande yakınlarında antilop avlayarak tatmin ederken yaralı bir pittbula rastlıyor. Hayvan topallayarak uzaklaşsa da, fazla merak kediyi öldürür lafını bilmeyen Moss gözünü karartıp onun geldiği yere gidiyor ve uyuşturucu sevkıyatı sırasında çıkmış bir katliamın hemen yakınlarında, içi iki milyon dolarla dolu bir çanta buluyor. Parayı alıp kaçan adam gördüğü ilk pittbullun verdiği mesajı duymamış olmalı: Açlığını gidermek için avlanan kurtların devri çoktan sona erdi ve Vahşi Batı’nın usta silahşörleri emekliye ayrıldı. Artık modern dünyanın genleriyle oynanmış canavar köpekleri, sadece öldürmekten zevk alan pittbullar koşuyor Rio Grande’nin düzlüklerinde ve onları durdurmak imkansız.
Moss, koku salan bir antilop gibi sinyal veren para dolu çantayla beraber kaçmaya başladığı andan itibaren bir ava dönüşüyor. Üstün bir köpeğinkini andıran parlak, düz, kahverengi saçlarıyla Anton Chigurh ise koklayarak avını bulan bir pittbull gibi para dolu çantadan gelen sinyali takip etmeye başlıyor. Ve ruhun pencereleri teker teker açılıyor.

Antika değerler

Film boyunca sıkılan kurşunların camları indirdiğine şahit oluyoruz. Gözler ruhun pencereleriyse filmdeki kullanımları oldukça akıllıca. Gördüklerimizin çoğu motel penceresi. Bu da demek oluyor ki, gözlerin ardındaki durum oldukça vahim. Anton Chigurh’un öldürdüğü karakterlerin motel odaları kadar küçük, benzer ve beş para etmez ruhları olmalı. O da zaten kurbanlarını böyle görüyor; tek kullanımlık, harcanabilir insanlar. Ama tıpkı motel odaların duvarındaki tablolar gibi aslında her ruhun kendine özgü ve göreceli güzellikleri olabilir. Onları kullanamayız ama seyredebilir, sergileyebiliriz. Anton'un yazı tura atmak için kullandığı 1958'den kalma para gibi, ya da eski günlere özlem duyan ve kendini işe yaramaz hisseden şerif gibi. Zaten filmde de Anton’un korkup saklandığı tek insan o.
Konu camlardan açılmışken, filmdeki en önemli camın televizyon ekranı olduğunu söylemek lazım. Şerif, Anton ve Moss’u farklı sahnelerde aynı televizyon ekranının önünde görüyoruz. Üçü de aynı katliamı görmüşlerdi ve üçü de şimdi birbirinin ne yapacağını tahmin etmeye çalışıyor. Bunu televizyona bakarak düşünmeleri ilginç tabii. Ne olsa bütün kötülükleri öğrendiğimiz yer televizyon değil mi? Hem de çocukluğumuzda itibaren? Anton’un ekrana bakıp küçük bir çocuk gibi süt içmesi de bu teoriyi destekliyor.
Filmin sonunda evin önünden geçen bisikletlerinin tekerlekleri, “biraz bekleyin hikaye az sonra başa dönecek” dercesine fıldır fıldır dönüyorlar. En başta gördüğümüz tek başına sonsuzluğa doğru topallayan yaralı pittbull boşuna değil. Filmin zaten bir sonu yok. Başkalarının camlarını parçalayan, kapılarına delikler açan, kendisiyse buzlu camların ardından bir karaltı olarak gelip geçen Anton Chiurgh son sahnede yaralanmış, mızıldayan bir köpek gibi tüm kusurlarıyla yürüyerek sonsuzluğa doğru uzaklaşıyor. Öldürmeye devam edeceğini biliyoruz. Çünkü kötülük her zaman bir öncekinden daha güçlü olarak geri döner.

Filmin çoğu sahnesi motel odalarında geçiyor. Bu odaların her biri ucuz ve sıradan ruhları temsil ediyor. Aralarındaki tek farksa duvarlarında asılı olan tablolar.

13 Şubat 2008 Çarşamba

Su Diyarı: Yılanbalıklarının Büyülü Dünyası



Tatlı suyla insan yaratıcılığının birleştiği bir kokusu var romanın. Soğuk, rutubetli ama garip bir biçimde insanın içini burkan bir koku. Booker ödüllü İngiliz yazar Graham Swift’in yarı insan yarı balık kokan bu kitabı, öğrencilerine kendi şahsi tarihini anlatmaya başlayan bir tarih öğretmeninin trajik öyküsünü konu alıyor.

Derler ki, suyla tefekkür birbirinden ayrılmazmış. Tanrı’nın yarı yoldan çevirdiği yıldızların altında, nemli evlerini inatçı bataklıklara kuran, sel basınca dama çıkıp oturan, kamışların kıyısına yılanbalığı tuzakları kuran insanlar işte bu yüzden masalların nerede bittiğini, gerçekliğin nerede başladığını anlayamazlarmış. Çünkü masalla gerçek arasında yüzen bu insanlar amfibi yaşamlar sürerlermiş.
Orta yaşlı bir tarih profesörü olan Tom Crick’in Fransız İhtilali’ni dinlemekten sıkılan öğrencilerine anlattığı kendi şahsi tarihi işte tam da bu yüzden masal sözleriyle başlıyor. Kitapta anlatılan, her şeyi düzlemeye çalışan, kendine ait tadı ve rengi olmayan suyun hikayesi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Londra ve diğer büyük şehirlerin sakinleri yer altı istasyonlarına sığınırken, İngiltere’nin doğu kıyılarındaki sisli Fens bölgesinin esrarengiz zırhında hikayelerin hayali dokularına tutunan ve tarihi masalla karıştırıp, elini sığ bir nehir suyuna daldırarak kurguyla gerçeği bulandıran Tom Crick’in hikayesi. Karısı çocuk çaldığı için akıl hastanesine yatırılan ve erken emekli olmaya zorlanan Tom Crick belki de açıklamaya ihtiyacı olduğu için anlatıyor bütün bunları Zira onun hikayesi insanlığın en karanlık günahlarıyla, cinayet, ensest, kürtaj ve intihar gibi temalarla örülmüş. Doğru, insanlar sadece bir şeyler rayından çıktığında açıklama yaparlar. Peki ama açıklama yapmak gerçeklere yaklaşıyormuş gibi yapıp onlardan kaçmanın bir yolu değil mi? Öyleyse gerçek nasıl faka bastırılır, diye soruyor Crick. Ve hikayeler anlatarak, diye cevap veriyor.

Yüzeye çıkan gizemler

Onun anlattığı hikayenin geçtiği yerde arazi dümdüz. Ağızları tıkanmış nehirler ve denizin arasında kalan bataklıklar ve tuzlu gölcükler ağından oluşan ve düzlüğüyle suyun akışını taklit eden Fens, aslında orada olmadığı hayaliyle uzanıyor ayakların altında. O topraklarda bira üreticisi Atkinsonlar tarih yazarken, Crickler masallar okuyor, bataklık hayaletlerini seyrediyorlar. Bastille düşer, Napolyon Avusturya, Rusya ve Prusya’ya yıldırım akınlar düzenler, Hitler Fransa’ya girer, Ruslar Berlin’e hücum ederken onlar, ruhani bir kayıtsızlıkla ne kadar karşı koyarlarsa koysunlar suların geri dönmesini, toprağın batmasını, milin yığılmasını ve doğada bir şeyin eski haline geri dönmek istemesini durduramayacaklarını düşünüyorlar. Tarihin de su gibi daireler çizeceğini biliyorlar; geçmişte kalanla gelecek arasındaki bu tekinsiz bölgede masallarla gerçeklerin gelgit yapacağını.
Derken aniden bir şeyler kolunuza dokunuverebiliyor ve kısa, baş döndürücü bir an boyunca zaman her şeyi esir alıyor. Gerçek, tıpkı nehirlerin sonu gelmez bir çöp ganimetini taşıması gibi ortaya çıkan sazlar, çitler, sandıklar, şişeler, eski giysiler, ölü koyunlar ve bazen de cesetlerle masalın içinden yüzeye çıkıyor ve elini uzatıyor. Ama bizi irkilten bu şeyi cazip bulmayacağımızı, hatta arzulamayacağımızı söylemek imkansız. Su Diyarı nostaljiyle örülmüş bir roman. İleri doğru gitse de bir geri dönme fikriyle yazılmış. Bir kefaret inancıyla. On altı yaşındaki Mary ve Tom’un baykuşların ve serapların saatinde bir cadının evine doğru çıktıkları yolculuğun kefaretini. Hatta belki de tam o sırada başlarının üzerinden göç eden ve Hamburg, Nurenberg ya da Berlin’de patlayacak kazların kefaretini.

Meleklerin Öcü


Dini sembollerle örülü “Sürgün” günahlar ve vicdan azabı yüzünden parçalanan bir aile üzerinden Cennetten Kovuluş hikayesini farklı bir açıyla anlatıyor.

Andrei Zvyagintsev güneşi ters tarafına alan yönetmenlerden. Gölgeler alışık olmadığımız yerlere düşüyor, hikayeler bildiğimiz tarihi ters yüz ediyor. 2003 Venedik Film Festivali’nde en iyi film ödülünü kazanan ilk yapıtı “Dönüş”te, ataerkil düzene ve alegorik olarak Tanrı’ya başkaldıran iki erkek kardeşin hikayesini anlatan Zvyagintsev, son filmi “Sürgün”de de cenneti büyük şehrin kasvetli ışıklarının altına taşıyıp, buradan ayrılmak zorunda kalan ailenin doğanın çıplaklığında günahlarıyla yüz yüze gelmelerine odaklanıyor. Devrim öncesi Rusya’sında Dostoyevski ve filozof Berdyaev gibi düşünürlerin eserlerine egemen olan dini ve mistik düşüncelerin gerilimine kendini bırakan Zvyagintsev, tıpkı usta Rus yönetmen Tarkovski gibi kendine düşsel, gerçek üstü bir dünya yaratmış. Kutsal kitaplarda, kiliselerdeki ikonalarda, Rönesans tablolarında ve dini sembollerde gösterilen bir dünya bu. Ama Gündoğumundan birkaç dakika önce görülebilecek bir rüya kadar kişisel, uyumlu ve güzel. Upuzun bir cazibe nesnesiyle sizi içine sokan ve türlü hesaplaşmaların ardından son anda birisinin sesiyle gözlerinizi açıp kendinizi kurtaracağınız bir rüya.
İnsan doğasına, zaaflarına ve korkularına göndermeler yapan film, Amerika’ya göç etmiş Ermeni bir ailenin oğlu olan yazar William Saroyan’ın California’nın üzüm bağlarında geçen ve otobiyografik özellikler taşıyan “Laughing Matter” (Gülünecek Şey) adlı hikayesinden uyarlanmış. Masmavi bir gökyüzünün altında tek başına duran bir ağacın görüntüsüyle açılan film ağaçla sohbet edercesine uzun uzun etrafında dönüyor. Evet bu bir ağacın etrafında dönen bir hikaye. Ve Rus Ortodoks ilahileri eşliğinde elmayla, cennetle, müjdelenen bebekle devam ediyor.

Günah keçisi

Ailenin yaşadığı Sovyetler Birliği döneminden kalma kurşuni bulutlarla kaplı endüstri şehri bu filmde Cenneti temsil ediyor. Aile üyelerinin arasındaki boşlukları dolduran, sivrilikleri törpüleyen şehir ışıkları onları birbirlerinin günahlarına ve arzularına karşı körleştirmiş. Cehaletin huzurunu yaşıyorlar şehirde. Ancak taşınmak zorunda kaldıkları kır evini çevreleyen doğa, kükreyen tepeleri, tarihöncesinden kalma denizleri ve harabeleriyle onlardan zorlu bir talepte bulunuyor. Melekler bir kurban istiyor.
Çocukları yeni evlerindeki yatağa yatırır yatırmaz Vera kocası Alex’e bir itirafta bulunuyor: Hamile ve çocuk başkasından. Bu noktadan sonra kameranın sinsi ve dikkatli hareketleri, avının peşine düşmüş ve onları öldürmeden önce her hareketlerini ezberleyen bir avcıyı andırmaya başlıyor. Su perileri gibi çırılçıplak yüzen kutsal değerler yavaş yavaş dibe batıyor. Babanın oğlunu öldürmek için kaldırdığı eli tutan kimse çıkmıyor. Oğlanın yerine kurban edilmesi için kimse bir keçi getirmiyor.

Prag: Kapı eşiğine oyulan şehir



Bütün dünyayı dolaştım ama hiç boşluğa düşmedim. Fakat Prag’da insanı gerçeğin sınırına kadar getirip bir masalın içine çekiveren bir eşik var. Mumlarınızı, çocukken sizi korkutan masalları, hayallerinizi alıp buraya gelin ve bu gizemi keşfedin

Prag’da zaman büyülü bir saat gibi işliyor. Gece göğünde parıldayan ama çoktan yok olmuş yıldızlar gibi burada ışık, nesneleri uzun zaman önce terk etmiş. Bu yüzden sisin içinde gördüğünüz şekiller sanki yıllar önce yitip gitmiş gibiler. Prag’a baktığınızda geçmişe bakmış oluyorsunuz. Karanlık bir hâle çökmüş şehrin üzerine. İşte, şehrin hayaletler tarafından ele geçirilmiş gibi görünmesinin nedeni de bu. Sis bazen öyle yoğun oluyor ki, ayaklarınızı bile görmeniz zorlaşıyor; solgun ışıkta gölgeler yanınızdan gelip geçiyor. Zaman başka bir dünyaya doğru akıyor; masalsı bir dünyaya.

Bu kapı eşikleri ve yıldızları olan ilgili bir masal; o yüzden iyi dinleyin. Efsaneye göre bir Çek kabilesinin başındaki Prenses Libuse, Bohemia’daki kalesinin penceresinden yıldızlara bakar ve kehanetlerde bulunurmuş. Bir gece gördüğü kehanet üzerine heyecanla anlatmaya başlamış: “Ünü yıldızlara uzanacak devasa bir şehir görüyorum! Ormanın orta yerinde, Vltava Nehri’nin üzerinden yükselen dik bir tepe görüyorum! Bir ev yapmak için bir kapı eşiği (Çekçe: Prah) oyan bir adam var. İşte buraya Prag (Çekçe: Praha) adında bir şato dikilecek.” Prensesin sözleri unutulmamış ve şehir kapı eşiğinin olduğu noktaya inşa edilmiş. Kapının ne tarafında olduğunuz size kalmış. Kafka’nın Kundera’nın yaşadığı bu esrarengiz şehirde bir adım atarsanız karanlık bir çocuk masalına dalabilir, yüz yılda bir ortaya çıkan demir şövalyeyle randevulaşır, elinde bir kızın kafasıyla dolaşan Türk’ün hayaletiyle karşılaşır, ya da Yahudi bölgesindeki Old New Sinagog’un bodrumunda saklanan Golem’in parçalarını arayabilirsiniz. Geri adım atar atmaz gerçek dünyaya geri döner, İkinci Dünya Savaşı’nın ve Komünizm’in yarattığı yıkımın ve yeniden doğuşun izini sürer, bohem barlarda absinthe içer ya da tramvayla nostaljik bir gezi yapabilirsiniz. Prag, tıpkı içinden ne zaman çıkacağınızı kendinizin ayarladığı saatli bir rüyayı andırıyor.

Bohemya’nın melekleri

Köprüler, katedraller, sipsivri kuleler ve karanlık şatolar binlerce yıldır Vltava Nehri’nin sularına yansıyor. Daracık sokakları, Neo-Gotik mimarisi ve alçakgönüllü insanlarıyla Avrupa’nın en büyüleyici şehirlerinden biri olan Prag, 9’uncu yüzyılda kurulmuş ve Bohemya krallarının yönetim merkezi olmuş, ardından Habsburg ailesinin hükmüne girip Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na katılmış. Şehir kurulurken buralarda bir gizem kaybolmuş olmalı. Çünkü Prag, beş tarihi bölgeye bölünmüş. Aradığınız gizemi birinde bulamazsanız ötekinde bulmanız mümkün. Kalenin olduğu bölge şehre tepeden bakıyor. Prenslerin, kralların ve devlet başkanlarının oturmak için seçtikleri, bir zamanlar simyacıların laboratuarı bile olmuş bu ilginç kalenin yayıldığı arazide gotik St. Vitus Katedrali ve şövalyelerin yaşadığı, daha sonralarıysa Kafka’nın oturduğu Zlata Ulicka (Altın Sokak) evleri görülmesi gereken yerler arasında. Eski Şehir (Staromestska) bölgesiyse her saat başı izleyenlere müthiş bir gösteri yapan Astronomik Saat (Orloj) kulesi, küçük kafeleri ve 11’inci yüzyıldan kalma evleriyle şehrin merkezi konumunda. Şehrin kuzey batısında büyük bir alana yayılmış Yahudi mahallesi uzanıyor. Prag’daki kökleri çok eskiye dayanan Yahudilerin sinagoglarını gezerek tarihleri hakkında başka hiçbir yerde duyamayacağınız bilgiler edinebilirsiniz. Ama yürürken gözleriniz yukarda olsun. Prag’ın çatı katları insana bohem meleklerin evlerini hatırlatıyor.

Kiliseler ve gece kulüpleri

Prag’ın kiliseleri ibadet etmekten çok klasik müzik konserleri için kullanılıyor. Her gün saat altıdan sonra hoşunuza giden bir kilisede Mozart, Bach, Beethoven dinleyebilirsiniz. Ama aradığınız içki içilen, yüksek sesle müzik dinlenen barlarsa doğru yerdesiniz. Şehir merkezinde dünyaca ünlü edebiyatçıların ünlü Çek birasını yudumladığı harika barlar var. Ayrıca Prag bir konser merkezi. U2, Metallica, Rolling Stones, Linkin Park gibi gruplar Prag konser salonlarında kısa aralıklarla sahneye çıkıyorlar.

Haplar, Emily Bronte ve Joker




Ve uyumadan önce millerce yol gideceğim.
Ve uyumadan önce millerce yol gideceğim.
Robert Frost, Stopping by Woods on a Snowy Evening

Heath Ledger öldüğünde yirmi sekiz yaşındaydı. İnsanları asıl şaşırtan tam da bu olmuştu. Gerçekten bu kadar genç miydi? Ölmeden önce o kadar uzun bir yol gitmişti ki, buna dayanmak için bir şövalyenin zırhını üzerine geçirmesi gibi o da kendine kemik yaşı büyük bir iskeletten kariyer yaratmış olmalıydı. Her ne kadar puslu, çetin, Demirperde ülkelerinden gelmiş romantik bir karakter izlenimi verse de, 4 Nisan 1979 tarihinde Avustralya’nın en sakin şehirlerinden biri Perth’te doğmuştu ve içimi kolay ılık bir süt gibi her iki ruhu da içinde aynı anda barındırabiliyordu.
Doğduğunda ona, İngiliz edebiyatının en karanlık ve hoyrat karakteri Heathcliff’in adı verilmişti. Emily Bronte’nin Uğuldayan Tepeler kitabında yarattığı aşk ve nefretle dolu karakter, bu küçük bebeğin gözlerinde bir ruhun ulaşabileceği en yüksek yere ve bir aklın saklanabileceği en esrarengiz yere gizlenmişti. İlk kez bir okul müsameresinde Peter Pan’ı canlandırarak seyirci karşısına geçti. Ama asıl çıkışı on yedi yaşındayken cebinde 69 sentle bir arabaya atlayıp o zamanki hayallerinin merkezi olan Sydney’e geldiğinde yapacaktı. ‘Sweat’ (Ter) adlı filmde ona sunulan iki karakterden eşcinsel olanı seçti. Çünkü farklı olmak ve zoru başarmak istiyordu. ‘Senden Nefret Etmemin 10 Sebebi,’ ‘Şövalye’ ve ‘Grimm Kardeşler’ gibi gişe hâsılatı getiren filmlerin ardından ona bir kez daha farklı bir rol teklif edildi. Bu seferki Ang Lee’nin filmi ‘Brokeback Dağı’nda canlandıracağı eşcinsel bir kovboydu. Bu filmdeki Ennis Del Mar rolüyle aralarında en iyi erkek oyuncu dalında Oscar adaylığı dahil bir çok ödüle layık görüldü. Filmin sonunda ölmüş sevgilisinin kanlı gömleğine yüzünü gömüp onun kokusunu içine çekmesi, belki de o güne kadar gördüğümüz acıyı en iyi anlatan sahnelerden biriydi.

Haydi, bu yüze bir gülücük oturtalım!

Heath Ledger oyunculuk hayatının ilk yıllarında gezgin bir tiyatro kumpanyasının saçı başı dağınık ve hayal gücü bir okyanus kadar geniş bir üyesini andırıyordu. Ama Ennis Del Mar’a uzanan yol onu olgunlaştırmıştı. Aktris Michelle Williams’la evlendi, ardından adını Tom Waits’in “Waltzing Mathilda’ adlı şarkısından esinlenerek koyduğu kızı Mathilda doğdu. Bundan sonra yol onun yoluydu. Artık sinema dünyasından gelip geçen bir gezgin olmayacak, kendi tarihini yazan bir misyoner olacaktı. Yapması gereken şeyler, bulması gereken yerler vardı. Bir zamanlar partal asker botları giyen bu genç adamın son Batman filmi ‘Dark Night’da Joker rolüne seçilmesinin nedenlerinden biri de korkusuzluğu ve cesareti olmuştu. Karakterine hazırlanmak için Sex Pistols’ın aşırı dozdan ölen punk gitaristi Sid Vicious’u ve Otomatik Portakal filmindeki Alex’i örnek aldı. Bir zamanlar Jack Nicholson’ın oynadığı çizgi roman karakterini ağzına atıp çiğnemiş ve bir punk yıldızı tükürmüştü. Joker rolüne hazırlanmanın onu bitirip tükettiğini biliyoruz ama gene de onu buruk bir gururla bu filmde kurnaz kurnaz sırıtarak, “Haydi, bu yüze bir gülücük oturtalım!” demesiyle hatırlayacağız.

Rus toprağının altındakiler



Şaraplar ve kadınlar karanlık zindanlarda korunuyorlar. Şaraplar ve kadınlar birbirleriyle değiş tokuş ettiriliyorlar. Şaraplar yıllandıkça değerleniyorlar. Genç kızlarınsa yaşlandıkça fiyatları düşüyor. Bazıları hayatlarına bir uyuşturucu bağımlısı olarak devam ediyor; bazılarıysa öldürülüyor ve organları yasa dışı organ pazarında satılıyor.

Rus organize işler departmanının verilerine göre dünyada 12.000 üyesi olan 450 Rus mafya ailesi var. Bu aileler SSCB döneminde güç kazanan daha büyük ve bölgesel bir suç örgütü olan Vori V Zakone’ye (Hırsızlar Örgütü) bağlı çalışıyorlar ve İçişleri Bakanı Nurgaliyev’e göre Rusya’nın yüzde onunu kontrol ediyorlar. Rus mafyası daha çok uyuşturucu, silah kaçakçılığı, kumar, haraç ve en çok da kadın ticareti üzerinden para kazanıyor. Genç kızlar Avrupa ve Amerika’da iyi işlerde çalışma vaatleriyle kandırılıyorlar. Fakat pasaportlarına el konuyor ve genelevlerde hapsediliyorlar. Araştırmalara göre mafya kontrolündeki genelevlere hapsedilen ve çalışmayı reddeden kızlar, gruplar halinde toplanıp kendileri gibi kaçırılmış bir kadının öldürülmesine şahitlik ettiriliyorlar. Ve polise başvurdukları takdirde, Rusya’daki ailelerinin öldürüleceği tehditleri altında yaşamaya başlıyorlar. Cronenberg, son filmi ‘Şark Vaatleri’nde kamerasını Londra’daki Rus mafyasına çeviriyor ve bize 14 yaşında bir seks kölesi olarak çalışmaya zorlanan Tatiana’nın tuttuğu küçük, pembe bir günlüğün yol gösterici ışığında karanlık bir suç ve ceza öyküsü anlatıyor.
Londra’da bir hastanede ebe olarak çalışan Anna (Naomi Watts) 14 yaşında, kolları şırınga izleriyle dolu Tatiana doğum yaparken ellerinde öldüğünde, “Bazen ölüm ve yaşam beraber yürür,” diyor. Anna hasta bebeğin ailesini bulma umuduyla genç kızın eşyaları arasında gözüne çarpan bir günlüğü alıyor ve tercüme etmesi için Rusya doğumlu amcasına veriyor. “Ölülerden çalmaya ne zaman başladın,” diye soruyor amcası öfkeyle ve günlüğü tercüme etmeyi reddedince Anna, yardım almak için sayfalar arasında bulduğu bir restoran kartının üstündeki adrese gidiyor. Amcasının dolaylı olarak öngördüğü gibi hırsızlar örgütü Vori V Zakone’ye bulaşması da böyle oluyor. Anna başlangıçta kan kırmızısı duvarları olan restoranın sahibi yaşlı Semyon’un acımasız bir mafya babası, hem de Tatiana’nın ölümünden sorumlu olan adam olduğunu anlamıyor.

Kabil’in işareti

“Bu dünyada hiçbir şey doğruyu söylemek kadar zor değildir,” der Dostoyevski, Suç ve Ceza adlı romanında. Anna, belki de bu yüzden genellikle sessiz ve konuşmamayı tercih eden bir kadın. Onu çevreleyen Rus mafyasıysa vücutlarını kullanarak kendilerini ifade eden erkeklerden oluşuyor. Öldürmek için kullandıkları silahlar ya da bıçağı nereye sapladıkları gibi ayrıntıların hepsi bir mesaj içeriyor. Daha da ilginci vücutlarındaki dövmeler. Filmin en can alıcı sahnesi, mafyanın şoförü gizemli Nikolai’yi canlandıran Viggo Mortensen’in kıyafetlerini çıkarması ve kendi hakkındaki tüm gerçeği ortaya sermesiyle meydana geliyor. Sırtını, yüzlerden, sembollerden, tarihlerden ve daha bir sürü bilgiden oluşan ve Cronenberg’in dediğine göre Rus hapishanelerinde bir “pasaport” değerinde olan dövmeler kaplıyor. Böyle dövmeler ancak korkunç suçlar işleyerek kazanılıyor. Onları cinayetleri, onların tecavüzleri. Bu bir suçlunun varoluşunun izi ve orada bir hikaye anlatılıyor. Ama Nikolai’nin dövmeler altında sakladığı bir hikaye daha var. Tıpkı Tatiana’nın günlüğüne yazdığı gibi: “Babam ben altı yaşındayken öldü. Madenlerde çalışıyordu ve öldüğünde çoktan gömülmüştü. Hepimiz orada gömülüyüz. Rus toprağının altında…”

Kanlı usturalar bahçesi


Modern peri masalları üstadı Tim Burton tarafından sinemaya uyarlanan Broadway müzikali “Sweeney Todd” kemikleri titreten bir cehennem senfonisi.

Tim Burton’ın dünyası tıngır mıngır sallanan gotik ve grotesk bir bebek beşiğini andırıyor. Hayaletlerin çarşaf gibi gerildiği, iskeletlerin beşiğin üzerinde sallandığı, umacıların dolapların içinde beklediği ve öcülerin kapı aralıklarından içeriyi gözetledikleri bu dünyanın etrafındaki her şey çocuksu bir şefkatle kucaklanıp korunuyor. “Noel Gecesi Kabusu,” “Beter Böcek,” “Edward Makaseller,” ve son olarak da “Ölü Gelin” gibi kasvetli filmlerin yönetmeni Tim Burton’ın en büyük hüneri de zaten bu dehşetengiz karanlığı küçük bir bebek gibi şefkatle kucaklaması ve filmlerine bir resim gibi narin ve kırılgan ayrıntılarla işlemesi. Kendi filmlerinden fırlamış gibi görünen karma karışık saçlı yönetmenin tüyler ürpertici derecede uçuk karakterler kervanına şimdi yeni bir canavar daha katılıyor. Cinayetlerle dolu bir ninni söyleyen Sweeney Todd. Konusu Steven Soddheim’ın 1979’da yazdığı bol ödüllü Broadway müzikaline dayanan filmde Tim Burton’ın vazgeçilmez oyuncusu Johnny Depp ve çekimler sırasında hamileliği giderek ilerleyen karısı Helena Bonham Carter oynuyor.

İntikam notaları

Viktorya dönemi Londra’sının kurşuni bulutları altında açılan hikayede, titreşen ışıkların ve siyah tüyleri andıran dumanların içinden çıkıp gelen Sweeney Todd’un (Depp) karanlık sırlarıyla baş başayız. Geçmişin hayaletleriyle boğuşan acı içindeki adamın bu hale nasıl geldiğini yavaş yavaş öğreniyoruz. On beş senedir ağır hapis cezasıyla yattığı Avustralya’dan yeni kaçmış, okyanusu bir salla ve kalbindeki intikam duygusuyla geçerek İngiltere’ye ulaşmış. Şimdiyse hem kendisine yapılan haksızlığın, hem de kızının kaybolmasının ve karısının ölümünün intikamını almak için bunlara neden olan şeytani yargıcı ve yardakçısını öldürmeye yemin etmiş. Berber dükkanını yeniden açan ve usturalarını eline alan Sweeney bir katilden çok bir kurbana benziyor; huzur bulmak için müşterilerinin boğazını kesen bir adam o.
Fırıncı Bayan Lovett ise başka bir alem. Saçlarını birbirine dolanmış farelere benzeyecek şeklinde toplayan Bayan Lovett, eski püskü ipekler ve yırtık volanlı elbiseler içinde süslü bir hamamböceğini andırıyor. Sweeney’nin bodruma attığı cesetlerin etlerini kesip turtalarına katan kadının aklında onunla evlenip deniz kıyısında bir eve yerleşmekten başka bir şey yok. Kabuslar Londra’sı bu tarifi bilinmeyen etli turtaları hapur hupur yiyedursun, intikam duygusuyla kendini yiyip bitiren Sweeney Todd ve kötücül hayaller kuran Bayan Lovett da kasvetli sokaklarda “Karındeşen Jack” gibi bir şehir efsanesine dönüşüyorlar.
Resim altı: Johnny Depp, Sweeney Todd’un öldürücü acısını gözlerinde yanan kömür alevlerinde topluyor ve gümüş usturaları andıran bir sesle şarkı söylüyor. Çocukken saçlarını Bayan Lovett gibi toplayıp ortalarda gezen Helena Bonham Carter ise kendi küçük dünyasında yaşayan fırıncı

İtalyan sarısı


‘Cinema Paradiso’nun yönetmeni Giuseppe Tornatore’nin son filmi ‘Esrarengiz Kadın’ İtalyan işi şiddet ve acımasızlıkla örülmüş bir suç filmi. Ama içinde hiçbir sosyal eleştiri barındırmaması onu bir gazete haberi kadar gerçekçi kılıyor.

Bu tür öykülere İtalyanlar Giallo (Sarı) der, Amerikalılar ve Fransızlar Noir (kara). İçlerinde suçun her türünü, gerilimi ve erotizmi barındırırlar. Sarı denmesinin nedeni türün bağlı olduğu ciltsiz, kartondan sarı kapaklı, ucuz romanlardır. Konuları, gazete sayfalarından kesip yapıştırılmış gibi duran kısacık öykülerdir bunlar. Film dünyasında bu renk, uzun cinayet sahneleri, çok fazla kan ve değişik kamera açılarıyla temsil edilir. Görüntüler paranoya, delilik ve yabancılaşma gibi psikolojik sahnelerle örülmüştür. Türün en başarılı yönetmenleri ise Mario Bava ve Dario Argento’dur.
Cinema Paradiso (Cennet Sineması) gibi bir kalpten bir filmin yönetmeni Tornatore’den bir Giallo çıkması pek muhtemel gibi görünmüyordu. En azından bugün durduğumuz yerden bunu tahmin edemezdik. Ama Ennio Morricone’nin tüyler ürperten müzikleri ve Hitchcock tarzı kamera hareketleriyle çok zarif ama seyretmesi pek de zevkli olmayan bir Giallo var karşımızda. İçinde beyaz kadın ticareti, fuhuş, tecavüz, yetim bebek pazarı gibi kabul edilmesi zor kavramlar barındırıyor. Ve şu işe bakın ki film, kötücül bir çiçeğin yaprakları gibi yavaş yavaş açılan bu kavramların hiçbiri için bir ahlak dersi vermiyor. Tam bir gazete haberi gibi davranıyor. Sert, objektif ve yüksek sesli. Bir Giallo harikası.

Sansürlü albümler

Tornatore’nin sapsarı filmi maske takmış kadınların sahneye çıkmasıyla açılıyor. Kubrickvari neon renkler içinde, üzerlerinde sadece iç çamaşırları olan kadınlar yüzünü görmediğimiz bir adam tarafından değerlendiriliyorlar. Sonunda Irina seçiliyor. Sarı saçlı bu genç kadının gazete sayfasından alıntı gibi duran hayat hikayesi yönetmen tarafından filme başarıyla yedirilmiş. Irina’nın anıları normal bir kadının fotoğraf albümüne girecek tek bir kare bile barındırmıyor. O, Muffa adında kel bir adam tarafından İtalya’da on iki yıl boyunca fuhuşa zorlandıktan ve dokuz kez doğum yapıp hepsini bebek pazarına vermek zorunda kaldıktan sonra kaçmayı başarmış bir kadın. Onu yeni haliyle hiçbir çekiciliği olmayan, saçlarını kahverengiye boyatmış bir kadına dönüşmüş olarak görüyoruz. Gizemli bir sebepten ötürü lüks bir apartmana temizlikçi olarak giriyor ve ilgilendiği aile Adachers’lerin tam karşısına denk gelen apartmanda bir daireye yerleşiyor. Zamanla Adachers’ların evine dadı olarak girmeyi de başarıyor ve ailenin evlatlık küçük kızı Tea’ya ancak bir annenin besleyebileceği bir sevgiyle bağlanıyor. Ancak eski patronu Muffa ortaya çıktığında Irina’nın gizemi, gerilimini arttırarak uçuruma doğru sürüklenmeye başlıyor.

Deniz kıyısında bir şehir


Oyuncu Ben Affleck ilk yönetmenlik deneyimi ‘Kızımı Kurtarın’da, kırılgan ve zarar görmüş bir hikaye anlatıyor. David Lehane’in romanından uyarlanan film Amerikan değerlerinin çarpıklığını aydınlatan keder dolu masmavi bir ay…

Amerikalı şair Edgar Allen Poe, Boston olduğu düşünülen bir şehirde geçen ve takıntılı bir aşkı konu aldığı ünlü şiiri Annabel Lee’de, “ve bu yüzden uzun zaman önce, bu krallıkta deniz kıyısındaki, bir rüzgar esti bir buluttan, üşüterek Annabel Lee’mi,” yazmıştır. ‘Can Dostum’ filminin senaryosuyla Oscar kazanan aktör Ben Affleck, yönetmenliğini yaptığı ‘Kızımı Kurtarın’ adlı filmde Poe’nun karanlık şiirini anımsatan bir suç hikayesi anlatıyor. Bir çocuğa anlatır gibi narince tutarak ele aldığı bu hikayede Boston yer altı dünyasının en çirkin örgütü şiirdeki lanetli rüzgara, örgüt tarafından kaçırılan 4 yaşındaki küçük kız Amanda ise Annabel Lee’ye dönüşüyor. Daha önce Gizemli Nehir adlı kitabı Clint Eastwood tarafından filme çekilerek modern klasikler arasına giren David Lehane’in başka bir romanından uyarlanan filmin başrollerinde Ben Affleck’in avangart filmlerle ünlenen kardeşi Casey Affleck ve 2008 Oscar adaylığı kesinleşen Amy Ryan oynuyorlar.

Yoldan çıkanlar

Film, porselen bebekler kadar güzel dört yaşındaki Amanda’nın kayıplara karışmasıyla başlıyor. Özel dedektif Patrick Kenzie (Casey Affleck) kızın teyzesi tarafından polise yardım etmesi ve polisle konuşmaya gönlü olmayan komşuları sorgulaması için tutuluyor. Bir zamanlar kendi çocuğunu da kaybetmiş polis şefi Doyle’un (Freeman) emirleri altında davayla ilgilenmeye başlayan Kenzie’ye hem sevgilisi hem de partneri olan Angie (Monaghan)ve Remy (Harris) ile Nick adındaki iki polis eşlik ediyorlar. Televizyon kanallarının antenleri hikayeye bulaşacak kanlı bir haberin arayışıyla titreşirken, genç dedektif Kenzie’nin küçük kızın uyuşturucu bağımlısı annesi Helene (Ryan) ve erkek arkadaşı Skinny Ray hakkında çok önemli bir ipucunu ele geçirmesi fazla zamanını almıyor. Ama kot pantolonu ve spor ayakkabılarıyla bir dedektiften çok liseli bir gence benzeyen Patrick, ele geçirdiği bu ipucunun çatallandığını ve insanların göründükleri gibi olmadıklarını fark etmek konusunda o kadar başarılı olamıyor.
Biraz kara film, biraz ahlak dersi, biraz da büyük şehir depresyonu olan filmin içine, Patrick’in arayışını umutsuz olduğu kadar gösterişli kılan tohumlar gömülmüş. Büyük şehrin dışladığı, çelme taktığı Patrick’in, düşe kalka bu yapbozu çözmek için her seferinde geri gelmesi onun kırılganlığını olduğu kadar şiirselliğini de ön plana çıkarıyor.

Hayal Perdeleri


Çağan Irmak’ın son filmi ‘Ulak’ köy köy dolaşarak heybesinde taşıdığı masalları anlatan bir seyyahın ve onun masallarında yaşayan bir kahramanın hikayesi.

Her masal bir geriye dönüştür. İster Grimm Kardeşlerin perili, soğuk ormanlarında tir tir titreyelim, ister bir şamanın göksel düşlerine ortak olalım, ister bir Zerdüşt efsanesinin sert mührünü kıralım, her masal beslendiği aynı pınara geri dönecektir. Çağan Irmak’ın son filmi ‘Ulak’ masalların üst üste yığıldığı böyle bir köyde geçiyor. Ve bu köyün simgesel diliyle anlatılan hikaye bir noktadan sonra kendisi adına konuşmaya başlıyor.
Film köy köy dolaşan bir seyyahın masalıyla açılıyor. Geçmişi heybesinde bir sır gibi saklayan seyyah Zekeriya, onu ardına bakmaktan korkan insanların üzerine serpiyor. Geçmişin omuzlarının arkasında kaldığına inananları günahlarıyla yüzleştiriyor; geleceğe doğru ilerlemelerine engel olur diye dünü unutanlara nereden geldiklerini hatırlatıyor. Seyyah Zekeriya bir yandan kendi masalını anlatıyor; öte yandan nereye gittiğini görmek için geriye bakıp atını mahmuzlamaya devam ediyor. Ne de olsa onun yolu uzun; kelimelerini insani karanlıkta parlayan incecik ışıklardan derlemiş ve nefretin olduğu yerde bir melek, cinayetin olduğu yerde intihar, yolculukta dönüş görerek kendini bütün insanlara masalını anlatmaya adamış.
Ancak vardığı son köy, filmdeki Ömer’in lafıyla “olmaz bir köy.” Tarihteki ilk şehirlerden günahkar Sodom’u andıran bir kötülük hakim sakinlerine. Öyle görünüyor ki zamanı ve mekanı bilinmeyen yıkık dökük bu köyün kurulduğu tozlu, çorak topraklarda yaşayan yüzlerine kutsal işaretler dövülmüş bu insanlar, içlerinde ilkel kabilelerden ve geçmişin büyük uygarlıklarından miras kalmış bir geçmişin kalıntılarını taşıyorlar. Köyün kurulduğu arazideki harabeler de bu düşünceyi destekliyor. Arkada görünen bir kalenin surları, evlerin arasındaki Roma sütunları ve köyün ortasında kim bilir hangi zamandan kalma bir kuyu. En iyi bu kuyu biliyor masalın aslını. Tıpkı Zekeriya’nın anlattığı Ulak İbrahim’in kuyudan içtiği suyla aydınlanması gibi, aşağı inen kovalarla kadim bir sır gün ışığına çıkartılıyor.

Efsaneler kuyusu

Köyün sakinleri şekil değiştiren, fakat olağanüstü bir biçimde karşımıza tekrar tekrar çıkan öykülerin tanıdık kahramanları. Uygarlık tarihinin böğrüne açılmış kuyulardan teker teker çıkmayı ve karşımıza dikilmeyi çok iyi bilen, güçlü karakterler bunlar. Bilge yaşlılar, dev babalar, cadı nineler, yiğitler, kötülüğün temsili firavun gibi adamlar ve kurtarılmayı bekleyen nazenin kızlar. Şimdi asık mor suratları görünüyor çatlak duvarlı evlerinin kapılarından. İsimleri Meryem, Davud, Havva, Yakup, Adem olan köylüler kadim bir masalın izini yeniden bulmuş gibi yeniden anlatımında yerlerini alıyorlar. Onlar Ulak İbrahim’in masalındalar, onlar düşlerdeler ve onlar şimdi kendi masallarını anlatıyorlar. Ve sisli bir gece çıkıp köyün içinden, başka masallara doğru seyrediyorlar. “Bir deli rüzgar kalıyor geriye, o da Ulak adını fısıldıyor unutmayın diye…”

Unutulmaz hatıralar bahçesi




Ressam Julian Schnabel’in üçüncü filmi ‘Kelebek ve Dalgıç’ vücut fonksiyonlarını yitiren Jean Dominique Bauby’nin tek gözünü oynatarak kaleme aldırdığı otobiyografik romanına dayanıyor.

Resimleri Metropolitan dahil birçok büyük şehrin müzelerinde sergilenen Brooklyn’li Julian Schnabel günümüze kadar sadece üç film yaptı. İlkinde Jean-Michel Basquiat adındaki çağdaş sanatla uğraşan siyahi bir ressamın 1980’lerdeki son günlerini; ikincisindeyse Küba’lı eşcinsel şair Reinaldo Arenas’ın ‘Before Night Falls’ (Gece İnmeden Önce) adlı otobiyografik kitabını konu aldı. ‘Kelebek ve Dalgıç’ ise 1995 yılının Aralık ayında bir beyin kanaması nedeniyle vücut fonksiyonlarını yitiren Elle dergisinin editörü, kırk üç yaşındaki Jean-Dominique Bauby’nin ölmeden önce tek gözünü kırparak yazdırdığı otobiyografik romanına dayanıyor. Her üç film de otobiyografik, her üç film de farklı birer hapis sürecini anlatıyor: Basquiat’ın uyuşturucu bağımlılığı, Arenas’ın sansürlenmesi ve son olarak Jean-Do’nun kendi vücuduna mahkum olması gibi.
Filmin ilk dakikası bir atom bombası kadar kör edici ve bir giyotin kadar keskin. Fransa’da bir hastanede gözlerini açan Jean-Do’nun henüz hiçbir şeyden haberi yok. Karşısındaki doktor ona hastanede bulunmasının nedenlerini açıklıyor; o ise konuşmaya katılıyor, kendince cevaplar veriyor, sorular soruyor. Sonra aniden kimsenin sesini duymadığını ve hareket edemediğini fark ediyor. Aslına bakılırsa tek gözünü kırpmak dışında hiçbir faaliyeti kalmamış. Piyangoda büyük ikramiyeyi vurmak kadar zor olan ‘locked-in syndrome’ adında bir hastalığa yakalanmış ve en muhteşem tedaviyle bile tek bir ayak parmağını oynatması yıllar alabilir. Filmin ilk yirmi dakikası boyunca dünyayı Jean-Do’nun gözlerinden seyrediyoruz, onun kafasının içine mahkum olmuşuz. Sahnelerin yarısı odaklanmış, yarısı bulanık; karakterler bazen görmemizin mümkün olmadığı açılardan konuşuyorlar, bazense sirkteki aynalarda olduğu gibi uzayıp daralıyorlar. Bir kabusu andıran göz kapağını dikme sahnesine rağmen dünyaya Jean-Do’nun tek gözünden bakmak eğlenceli bir deneyim. Çünkü vücudu felç olan adamın asit barındıran, hınzır ve seksi sesiyle yaptığı espriler ve bize gösterdiği hayalleri en romantik filmlerden bile daha güzel. O dönemde Paris cafélerindeki son dedikodunun ‘Duydunuz mu Jean-Do bitkiye dönüşmüş’ olması da bu açıdan çok komik. Çünkü bu müthiş adam bir bitkiye değil, olsa olsa içi akasyalar, manolyalı havuzlar, güller ve bülbüllerle dolu gizli bir bahçeye dönüşmüş olabilir.

Jean-Do olmak

Sonra bir an geliyor karşınıza bir ayna konuluyor ve dinlediğiniz, tek gözünden dünyaya baktığınız bu adamın yüzüyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Kafası küçültülüp büzülmüş gibi görünen, tek gözü geçirdiği felçten dolayı büyümüş, ağzı yana kaymış bu yüzü izlerken içiniz burkuluyor. Derken Jean-Do’nun kıkırdamasıyla kendinize geliyorsunuz. “Formaldehitle dolu bir kavanozun içine düşmüş gibi görünüyorum.” Evet, filmi izlerken gülmekten kendinizi ayda bulabileceğiniz anlar hiç de az değil. Ancak Jean Dominique Bauby her zaman bu kadar çirkin değildi. Güzeller güzeli bir karısı, göz kamaştırıcı bir hayatı, pahalı arabaları, harika çocukları ve cazibeli sevgilileri olmuştu. Dalgıç giysisi suda nefes almak için gereken karanlık bir hücreyse, hayalleri ve hatıraları da Jean-Do’nun rengarenk kelebekleri. Bir konuşma terapistinin yardımlarıyla tek gözünü kırparak harfleri oluşturan ve tek bir cümleyi bitirmesi bile saatlerini alan Jean-Do’nun göç ettiği duygular bahçesinde her harfin çok değerli bir çiçek, her kelimenin yüzyıllardır yaşayan bir ağaç olduğunu düşünmemek elde değil.

Meleklerin baş döndürücü renkleri



Wong Kar-wai son filminde kamerasını cafelere, barlara ve yol kenarındaki büfelere çeviriyor. Benim Aşk Pastam neon ışıklar altında eriyen kremadan kalplere ve kaybedilen anlara dair bir fetiş filmi.

Hong Kong’lu yönetmen Wong Kar-wai’nin filmlerinde trenler unutulmuş hatıraları ve kaçırılan anları temsil eder. Benim Aşk Pastam da geçip giden bir tren görüntüsüyle açılıyor ve geride bırakılanlara dair bir hikaye anlatmaya başlıyor. New York’ta kırık kalplerin birer kazazede gibi karaya vurduğu bir cafeye giriyoruz. Cafenin sahibi Jeremy (Law) arada bir sigara içmek için sokağa çıkan, güvenlik kamerasındaki görüntüleri bir hatıra defteri gibi günbegün biriktiren yalnız bir adam. Ama bu hikayede önemli olan karakterler değil; objeler. O yüzden gözleri Jeremy’den çevirip tezgahın üzerinde içi anahtarlarla dolu cam kaseye bakmamız gerekiyor. Birbirini seven çiftler bir zamanlar beraber yaşamak için yaptırdıkları yedek anahtarlarını ayrıldıklarında bu kaseye bırakıyorlar. Kaseye bir anahtar daha düşüyor. Sevgilisinden yeni ayrılan Elizabeth (Jones) o gece bıraktığı anahtarı adamın alıp almadığını öğrenmek için tekrar tekrar cafeye gelip gitmeye başlıyor. Jeremy ve Elizabeth fırtınadan kurtulmuş iki kazazede gibi ıssız bir adayı andıran bu küçük mekana sığınarak, herkes gittikten ve dükkan kapandıktan sonra bile geri kalan tatlıları yiyerek sohbet ediyorlar.
Bir gece Elizabeth cafeden ayrılıyor ve Amerika’yı otobüsle boydan boya kat edip Memphis’e varıyor. Ve film, yapısı küçücük, pasta süslerini andıran parçacıklardan oluşmuş bir şekilde ve çoğu sahnesi bir müzik klipini andırarak devam ediyor. Başroldeki aktrisinin jazz sanatçısı Norah Jones olması ve filmin müziklerini yapmış olması da bu hissi güçlendiriyor tabii. Müzikli kısa görüntüler eşliğinde Elizabeth’in kendini bulmak için upuzun bir yolculuk yapmasına şahit oluyoruz. Ama neon ışıklarla yazılar yazılmış vitrinlerin, aynaların, camların kafesinin ardından seyrettiğimiz Elizabeth’in kendi sınırlarının bir adım bile dışına çıkmadığını görüyoruz. Tıpkı fazla pozlanmış bu görüntülerin, bir defterin hızla çevrildiğinde hareket hissi yaratan, ama aslında her biri sadece durağan birer resim olan sayfalardan ibaret olması gibi.

Objeler evreni


Wong Kar-wai, neon ışıklar, çeliğin üzerindeki yansımalar, ıslak sokaklar, flüoresan ışığında sergilenen masmavi pastalar gibi ifade gücü yüksek görüntüleri bu filminde de iyi yönetilen bir anlatıma ve karakterlerin inandırıcılığına yeğ tutmuş. Tıpkı telefon etmek yerine mektup yazmayı tercih eden Elizabeth gibi, “Bazı kelimeler kağıt üzerinde daha güzel duruyorlar,” demek istiyor. Sahneler bir hikaye anlatmıyorlar; sadece gözlerinizin önünden salınarak geçiyor, kendilerini gösteriyor ve duygularını sergiliyorlar. Yaban mersinli turtanın aşkı, trenlerin hatıraları, kapı tokmaklarının ayrılıkları simgelediği, anahtarlıklardan karakter analizi yapıldığı bu objeler evreninde zaman ne yavaşlıyor ne de hızlanıyor; sadece neon ışıklar altında sunulan bir pastanın kreması gibi birbirine ısınan iki kalbin arasında sıcaktan eriyip gidiyor.

Filmin yapısını küçük bir esinti yaratan bir el hareketiyle kenara itmek, bunun yerine ince tınılı müziklere ve insan psikolojisini etkileyecek ölçüde stilize edilmiş renklere yüklenmek Fransız Yeni Dalga’cılardan Godard’ı ve Truffaut’yu hatırlatıyor.
İnsan psikolojisini etkileyecek ölçüde stilize roller kesen Natalie Portman ‘Benim Aşk Pastam’da bir kumarbazı canlandırıyor. Kısacık kesilmiş saçları ve fazla şekerleme yemiş gibi sürekli gevezelik etmesiyle Fransız Yeni Dalga’cılardan Godard ve Truffaut’nun karakterlerini andırıyor.

Savaş filmleri sona mı erdi?


Irak, Afganistan ve terör, Hollywood’a cehennemi yaşatıyor. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Vietnam Savaşı ve Soğuk Savaş filmleri sinema salonlarını tıklım tıklım doldururken, Irak ve Afganistan’da neler olduğuyla ilgilenenler zarar etmeye devam ediyor.

Büyükbabanızın ve babanızın savaşları çok gerilerde kaldı. Bir zamanlar Casablanca, Kıyamet Günü, İnce Kırmızı Hat gibi savaş filmleriyle dolan sinema salonları, Irak ve terör karşıtı Hollywood yapımı filmlerle birlikte hızla boşalıyor. Bu gözden düşmüş ve umutsuz savaşla ilgili hikayeler – her ne kadar büyük isimlere yer verip, devasa bütçelere sahip olsalar da – kaderin tuhaf bir cilvesiyle kaybetmeye mahkum görünüyorlar. Bunun nedeni televizyonun hâlihazırda zaten bu savaşın içine batmış olması ve aynı hikayelerin günde 24 saat haber kanallarından bedavaya seyrediliyor olması olabilir. Belki de en önemli görevi tanrısal bir göz, inandırıcı bir bakış açısı sunmak olan kameranın, hala devam eden ve giderek daha büyük bir yalana dönüşen bu savaşı anlatacak ve seyirciyi hikayeye dahil edecek gerçekçi bir fedakarlık hikayesi bulamamış olmasındandır. Gene de Yargısız İnfaz, terörün sadece Amerika’nın sorunu değil, Müslüman ülkelerin de sorunu olduğunu söyleyen ve savaş kazanmanın uzun vadede sadece bir göz yanılması olacağını savunan düşündürücü filmlerden biri. Orta Doğu’da ismi verilmeyen bir şehirde patlayan bir bombayla açılan filmde, Mısır asıllı ama Amerika’da büyümüş kocası CIA tarafından sorgulanmak için kaçırılan hamile Isabella’yla (Reese Witherspoon), sorgulama sırasında kullanılan işkencelerin merhametsizliğine tanık olduktan sonra görevini sorgulamaya başlayan bir CIA analistinin (Jake Gyllanhaal) yaşadıkları anlatılıyor.

Babil Kulesi’nin parçaları

Bir noktadan sonsuz doğru geçer ve bir hikaye sonsuz yöne çekilebilir. Babil, Çarpışma, Syriana gibi Müslüman dünyayla iç içe geçen son dönem Hollywood filmlerinden aşina olduğumuz bu tek hikayeyi parçalara bölme kuralı Yargısız İnfaz’la devam ediyor. Babil Kulesi’ne yakın coğrafyalarda geçmesiyle de anlamlı olan ve televizyon kanalları gibi sinema perdesini kanallara bölen film, 9/11 sonrası Amerika’nın yabancı vatandaşlarını ulusal güvenliğe tehdit varsayıp, zorla alıkoyarak adı verilmeyen deniz aşırı ülkelerde sorgulanmalarını kışkırtıcı bir bakış açısıyla ele alıyor. Bir akşam bülteninin farklı haberlerini konu alıyormuşçasına parçalar halinde anlatılan Yargısız İnfaz, girişi ve çıkışı olmayan birden fazla hikaye sunuyor ve yorumu seyirciye bırakıyor. Gerçeklerin ne politik ne de şiirsel olduğunu söylüyor. Yargısız İnfaz’da gerçeği Isabella’nın karnında saklı bebek temsil ediyor. Annesinin karnındaki bu bebeği görmüyor ve sesini duymuyor olabiliriz ama internet, cep telefonları, uydu bağlantıları sayesinde ışık hızıyla yayılan görüntüler eşliğinde bombalar yanı başımızda patlıyor, yardım çığlıkları kulaklarımıza ulaşıyor. Acıyı temsil eden görüntüler sinema perdesini sarıyor ve korku hikayelerin arasındaki çatlaklardan yüzeye çıkıyor.

Dışbükey kadınlar, içbükey aynalar




Elif Şafak son kitabı “Siyah Süt”te hem kadın, hem edebiyatçı olmanın zorluklarını anlatıyor. Kendi hamileliği ve hamilelik sonrasında yaşadıklarının ışığında –ya da bulantıları, depresyonları ve gözyaşları arasında – bizi tarih sayfalarına geçememiş kadınların hayatına sokup çıkartıyor.

Bir kadının dokuz ay on gün sonra doğumun ardından güvenilir bir gerçekle eve dönememesi kendi açısından hayal kırıklığı yaratır. Sanki gerçeğin kalemi parmakların arasından kaymış ve mürekkep yazılanların üzerine dökülüp her şeyi mahvetmiştir. Kutsal söylemleri bir baştan öbür başa kaplayan annelik gerçek hayatta yerini cicili bicili kelimelerin üzerini kapkara bir mürekkep gibi kaplayan anlaşılması zor bir mutsuzluğa ve utanç verici bir depresyona bırakır. Elif Şafak otobiyografik romanını böyle bir mürekkeple yazmış; loğusanın içini çürüten ve yazıya dökülmesi zor olan kendi siyah sütüyle.
Siyah Süt’te kendi hikayesini anlatıyor Elif Şafak. İçimden Sesler Korosu dediği, Pratik Akıl Hanım, Can Derviş Hanım, Hırs Nefs Hanım, Sinik Entel Hanım, Anaç Sütlaç Hanım ve Saten Şehvet Hanım’dan oluşan içindeki yedi parmak kadının öğütlerine başvurarak kendi kadınlığını kelimelere döküyor. Bu kitabın yazılması, Şafak’ın “ayın karanlık yüzüne” yani anneliğin bunalımlı günlerine yaptığı yolculuğa denk düşüyor. Her şey Adalet Ağaoğlu’nun bir sorusuyla başlıyor: “Annelik var mı aklınızda?” Romancı içe dönük bir aynadır. Annelikse dışa dönük bir kadın. O güne denk hayatını kocasına ve çocuklarına adamış, bu uğurda arzularını, yeteneklerini bastırmış, rahmiyle üreten vefakar ve evcimen kadınları ötekileştiren Elif Şafak, bu soruyla karşılaştığı andan itibaren değişmeye başlıyor. Ve bu değişim onu başkalarından farklı olmadığını anladığı bir noktaya götürüyor. Hamileliğin dışa dönük kadınıyla romancının içe dönük aynası iç içe giriyor. Anneliğin adının bile anılmasını yasaklayan bir darbeyle başlayan kitap, hamileliğin monarşisi, doğum sonrasının anarşisi ve depresyonun refakatçi cinlerinin çıkıp parmak kadınları susturmasıyla faşist yönetime geçiyor.

İçinde kitap taşımak

Elif Şafak otobiyografik romanında ortaya kendisini koyup bir cerrah ustalığıyla “edebi tesettür”ünü kat be kat açarken bütün kadınların hikayesini anlatmaya başlıyor. Önce annelikle yazarlık arasındaki kan uyuşmazlığından söz ediyor ve tarih sayfalarında göz ucuyla görünen kadınlardan bahsediyor; Tolstoy’un on üç çocuk doğuran karısı Sofya’dan, Fuzuli’nin kız kardeşi Firuze’den; orada olup da arkalarında tek bir kelime dahi bırakmamış kadınlardan. Sonra yetenekleri olan ama kendileriyle çatışma içindeki kadınlara geçiyor; erkeklerin arasına sızabilen Halide Edip Adıvar’ın, her şeyi bırakıp gidebilen Sevgi Soysal’ın, kadının kendine ait bir odası olmasını söyleyen Virginia Woolf’un, en muhteşem eserini çocuk sahibi olduktan sonra yazan Sylvia Plath’ın, ismini reddedip erkek takma ismiyle yazan George Eliot ve George Sand’in, kendi sesini daima koruyan Simone de Beauvoir’ın ruh durumlarını inceliyor.
Ama sonunda anlıyoruz ki ceza olsun diye bağlanarak suya atılan cadılar, içine şeytan giren kadınlar, şifalı otlar satan bilge büyücüler de tarihin imzasız kahramanlarıdır. Onların isimleri yoktur, tarih onlar hakkında tek bir kelime etmemiştir, ama kadınların ortak bilincinde yaşamaya devam ederler. Ninnileri ve halk ezgileri uzun kış gecelerinde çocuklara anlatılır. “Emanettir bilgi, kendinden öncekilerden alır; çoğaltır, sağaltır ve kendinden sonrakine verirsin,” diyor Elif Şafak. Ve kendisi de içindeki dünyayı anlatarak bu bilgi kervanına kelimelerini yüklüyor.

Akvaryumun içinde 20000 Owen Wilson


veya jaguar köpekbalığı avlamak için harika bir gün

Owen Wilson deniz altında yaşayan ve soyu tükenmekte olan fantastik bir balığa benziyor. Kendi köpekbalıklarıyla cebelleşen 38 yaşındaki aktör üç ay önce ayrıldığı sevgilisi Kate Hudson’ın başka bir erkekle öpüşürken çekilmiş fotoğraflarını gördükten sonra intihara kalkıştı.


Owen Wilson’ın, tümü çoğunlukla hayal gücünün eseri deniz yaratıklarıyla dolu fantastik bir şehir akvaryumunu andıran gerçeküstü bir hayatı var. Wilson’ın ruhunun akvaryumlarındaki bazı sıcakkanlı balıklar türlü çeşitli numaralar ve akrobatik hareketlerle ziyaretçileri tavlamaya çalışırken bazıları daha içe dönük ve melankolik. Ancak akvaryumun ıssız derinliklerinde gezinen flüoresan bir balık daha var: Jaguar köpekbalığı. Kelebekleri üzerine çeken ve kanatlarının yanmasına neden olan ampuller gibi bu parıltılı, mitik balık da ölümün çekiciliğini temsil ediyor ve son zamanlarda Owen Wilson’a bir görünüp bir kayboluyor.
Owen Wilson üç ay önce kendisini terk eden Kate Hudson’ın başka bir erkekle öpüşürkenki fotoğraflarını gördükten sonra ölümün çekiciliğine sığınıp intihara kalkıştı. Sen, Ben ve Dupree filminin çekimleri sırasında beraber olmaya başlayan ikili sık sık ayrılıyor ve tekrar birleşiyorlardı. Hatta bir seferinde Owen Wilson, onun kalbini yeniden kazanmak için Avustralya’ya bile gitmişti. Bu işi olduğundan daha karmaşık bir hale getirmeye gerek yok. Âşıktı, ama terk edildi ve kendi yerini başka bir adamın almasını hazmedemeyip bileklerini kesti. İşte bu kadar basit. “O kadar sinirliyim ki tükürmek istiyorum!” diyen birinden daha dahice çözümler bulmasını beklemek yanlış olmasa da yaralarının çoğunun derin ve duygusal olduğunu anlamamız gerek. Olduğundan büyük gösteren çocukların boylarından büyük hayalleri de olur. Sizi gülmekten yere de yapıştırabilirler, yaptıkları inanılmaz hatalarla suratınıza bir tokat da yapıştırabilirler.

40 deniz mili hızla rüya görmek

Hiç suyun altında nefes alabilmeyi istediniz mi? Owen Wilson bu soruya “her zaman” diye cevap verenlerden biri. Sizi ensenizden tutup suyun içine sokan bir gülüşü var. ‘Zırtapoz,’ ‘Davetsiz Çapkınlar,’ ‘Tennenbaum Ailesi’ ve ‘Steve Zissou’ ile Suda Yaşam’ filmlerinden tanıdığımız ünlü aktör, genelde ses tonu ve bakışlarıyla afrodizyak etkisi yaratan garip, saçma ve bağlantısız karakterleri canlandırıyor. Jaguar köpekbalıklarıyla dolu hayaller kuran Owen Wilson aynı zamanda Küçük Prens gibi soyu tehlikede olan insan türlerinden sayılabilecek kadar eşsiz senaryolara imza attı. Jaguar köpekbalıkları gerçekten var mıdır, yoksa yok mudur? Bu sorunun cevabını vermek filmin sonunu söylemek kadar yanlış olur. J.D. Salinger’ın ‘Muzbalığı İçin Mükemmel Bir Gün’ adlı hikayesinde küçük bir kıza muzbalıklarıyla ilgili bir masal anlattıktan sonra kumsaldan odasına gidip intihar eden Seymour’u andırıyor. Burnu bir kum saatini andıran bu adam bileklerini keserken, mavi pijamalarını giyip doğru yatağa giden ve yumuşacık yorganını başına çekip uykuya daldıktan sonra minicik bir periyle karşılaşmaktan başka aklından ne geçiriyor olabilirdi ki?

Fransız kadınları harita kullanmaz


Julie Delpy sinemaya 14 yaşında adım atmış ve Jean Luc Godard, Tavernier, Kieslowski gibi eşi benzeri olmayan yönetmenlerin elinde bir Fransız ikonuna dönüşmüştü. Onu, Paris’te 2 Gün adlı filmde oyunculuğunun dışında, hem senarist, hem yönetmen, hem editör, hem de kompozitör olarak görüyoruz.

Meleklerin kanatları varsa, Julie Delpy’nin de on parmağında on marifet var. Onu düşündüğünde insanın aklına ilk olarak Kieslowski’nin ‘Üç Renk: Beyaz’ adlı filminde arkasındaki güneş ışınlarının beyazımsı sarı saçları üzerinde oluşturduğu halenin içinden gülümseyen gelinlikli kız geliyor. Kiliselerdeki ikonaları andıran melek yüzlü aktristin dünyaya açılmasını sağlayansa çok daha sonraları Ethan Hawke’la beraber oynadığı ve idealist bir Fransız kızını canlandırdığı ‘Gün Doğmadan Önce’ ve ‘Gün Batmadan Önce’ filmleri. Ancak altı yaşında ilk Godard filmini, sekiz yaşında ilk Bergman’ını izleyen Julie Delpy, on dört yaşında çoktan yönetmen olma hayalleri kuruyormuş bile. Paris’in yeraltı avant-garde tiyatrosunda oynayan bir çiftin tek çocuğu olarak fakir ve bohem bir hayata gözlerini açan Delpy on dört yaşından beri sinema filmlerinde rol alıyor. Paris, New York, Los Angeles ve Londra arasında göçebe bir hayat sürüyor olsa da, kendi içine saldığı kökleri sayesinde bir merkezi olduğunu hemen belli eden kadınlardan.

Yabancılık sarhoşluğu

Baştan sona yazıp, yönetip, editlediği, başrolünde oynadığı, hatta filmin orijinal müziklerini bile kendi elleriyle yaptığı Paris’te 2 Gün, taksi şoförleri, politika, 70’ler, Fransız kondomları, Hollywood filmleri, Irak Savaşı, George Bush ve DaVinci Şifresi hakkında ileri geri konuşan bir film. Tüm bunların arasında da bir Julie Delpy kolajı: Ailesi, kedisi, iki senelik erkek arkadaşı hakkında kağıt üzerine yapıştırılmış rengarenk parçalardan oluşuyor gibi duran ve genelde üçüncü boyuta pek kaymayan bir film. Delpy de gözündeki bozukluk nedeniyle ne üçüncü boyutu algılayabiliyor ne de herkes gibi bir derinlik duyusuna sahip. Sonuçta bu film de bir Julie bakışı.
Julie’nin kökleri kendi içinde bir ağaç olabilir ama uzandığı göklerin merkezi Paris. Evini, ailesini, mahalledeki en sevdiği restoranı, büyüdüğü sokakları, metroda yediği dirsekleri, kötü kötü bakan yaşlı Fransız kadınlarını filmlerinde kullanmayı seviyor. Ama bunu dünyanın en turistik şehri Paris’te bir Paris’li gibi değil, her yerde kaybolmayı başaran, bankta yanına oturduğu insanlara kulak misafiri olan ve hikayeler anlatmayı seven salaş bir yabancı gibi yapıyor. Paris’te 2 Gün’de onun tüm yanlışlarını affetmenizi sağlayan ve filmi sevmenize neden olan da bu yabancılığı. Yönünü bilmeyen ve harita kullanmayan insanlar bazen nasıl kimsenin bulamadığı yerlere ulaşırsa, Delpy’nin kusurları da onun filmini eşsizleştiriyor. Tökezlediğinde filme daha çok ısınıyorsunuz, çünkü içten gelen bir doğallığı var. Belki de bu açıdan ona Woody Allen’a benzeyen tek Fransız diyebiliriz.

Tutkunun kırılgan nesneleri



Öyküler mimari eserlere benzerler; büyük ve güçlülerdir. Ama onlara asıl anlamlarını veren içlerinde yürürken kırdığımız nesnelerdir; paha biçilmez vazolar, kapı kolları, aynalar, kalpler…

Fanteziler, hayaller ve kurgular, imgelerin tüm o vazgeçilmez dünyaları her zaman gerçeklerle savaş halindedir. Sıcak bir yaz günü açılan film, hayal gücünün yüksek duvarlı, büyük malikanesinde başlıyor, İkinci Dünya Savaşı’nın mutlak gerçeklerle dolu alanında devam ediyor ve sayfalara yazılmış kelimelerin labirentinde kusursuz bir sona eriyor.
Ian McEwan’ın Booker ödüllü kitabından aynı adla beyazperdeye uyarlanan film 1935 yazının en sıcak gününde başlıyor. Bütün yazı evde tek başına geçiren on üç yaşındaki Briony Tallis, günlerini yazmakta olduğu tiyatro oyununu bitirmek için harıl harıl çalışarak geçirmekte. Yüksek duvarlı evi terk etmese de pencereden bakarken tanık olduğu baştan çıkartıcı bir sahne tüm hayatını değiştiriveriyor. Şansın ya da kaderin cilvesi sayesinde bir yazarın karşısına çıkıveren bu mucizevi anda Briony, ablası Cecilia’nın soyunup evlerinin önündeki süs havuzuna girdiğini görüyor. Cambridge’den yeni dönmüş ve doktor olma hayalleri kuran Robbie Turner da bu sahnenin içinde. Ancak yanlış bir şeyler oluyor ve kızla erkek arasındaki bir sürtüşme ellerindeki değerli vazonun kırılmasına neden oluyor. Kırılan vazo, değer gören her şeyin gün gelip harap olacağına işaret ediyor. Tıpkı Cecilia’nın bekareti ve hayatın kendisi gibi.
Briony’nin tanık olduğu ikinci sahne sıkıcı bir akşam yemeğinden sonra yaşanıyor. Kütüphaneye giden küçük kız, Cecilia ve Robbie’nin karanlık bir köşede seviştiklerini görüyor. Cecilia’nın gözlerindeki dehşet ifadesini yanlış değerlendiriliyor ve Robbie’nin ablasına şiddet uyguladığını düşünüyor. Gece sona ermeden korkunç ve gizemli bir suç işleniyor ve Briony’nin kütüphanedeki sahneyi yanlış okuması üçünün de hayatını sonsuza dek değiştiriyor.

Doğu’nun baştan çıkartıcı sıcakları

Kefaret’in ilk bölümünü kapsayan sıcak hava dalgası, içinde Joseph Conrad’ın Afrika’sından, E.M. Forster’ın Hindistan’ından, Graham Greene’in kolonilerinden gelen doğuya özgü o sırılsıklam ve gizemli tutkuyu barındırıyor. Yarı açık kitaplar, toplanmamış bir yatak ve etrafa dağılmış kıyafetlerin durduğu odasından çıkıp kendini dışarı atan Cecilia tüm kuralları elinin tersiyle itiyor ve aşkı uğruna eski hayatından uzaklaşıyor. Sıcak hava dalgası uzaklarda kalıyor; gene de silkelenen bir İran halısından çıkıyormuşçasına havaya saçılan hayallerin arasından hafızalardaki dokunulabilir yerini koruyor.

Las Vegas’ta gerçeğin yansımaları


“İç çamaşırı. İç çamaşırının ne olduğunu hatırlıyor musun?”
Bruce Spence - Mad Max 2



Punk şarkıcısı Billy Idol, White Wedding (Beyaz Düğün) adlı şarkısında bu dünyada güvenli hiçbir yer, saf hiçbir şey kalmadığından bahseder ve küçük kız kardeşine tüfeği eline almasını önerir. Üzerine giydiği yırtık pırtık kıyafetlerle bir punk kralının kız kardeşi gibi görünen Alice, serinin üçüncü filminde bir kez daha Racoon Şehri’nin altındaki tesisin labirenti andıran koridorlarından çıkıyor ve yukarıdaki yerle bir olmuş dünyaya ulaşmaya çalışıyor. Dövüş kıyafetlerini kuşanan (kırmızı elbise ve siyah çizmeler) Alice’in yeraltındaki odalardan birinde daha filmin ilk dakikalarında öldüğüne şahit oluyoruz; ya da çok yanılıyoruz. Çünkü öldüğüne şahit olduğumuz Alice, serinin önceki bölümünde bahsi geçen klonlama işleminin bir sonucu. Hatta Umbrella şirketi adına çalışan bilim adamlarının elinde, üzerinde zalimce deneyler yaptıkları bir oda dolusu Alice daha var.
Gerçek Alice ise Nevada çölünde bir yerlerde saklanıyor ve balta girmemiş ormanlarda ağaçları kesip yol açmak için kullanılan kesici bıçaklarla zombileri avlıyor. Onun yeryüzünde gördükleri kıyamet sonrası olabilecek her şeyi içinde barındırıyor. Bildiğimiz dünya artık ölülerin dünyası olmuş. Yaşayanları zombiye çeviren T-virüsü her yere yayılmış ve etraf yürüyen ölüler, derileri yüzülmüş gibi görünen köpekler ve kana susamış kargalarla kaynıyor. Alice onu bir kıyamet sonrası ikonu yapan kıyafetlerine gösterdiği özenden vazgeçmiş değil. Jartiyeri andıran çoraplarını şortuna takmış ve saçlarını kırpmış, motosikletiyle hem gerçek hem de mecazi anlamlar barındıran savaşına devam ediyor.

Dünyanın sonundaki harita

Çölde Mad Max filmlerinden fırlamış gibi görünen bir konvoya rast gelen Alice onların zombi kargalarla savaşmasına yardım ettikten sonra aralarına katılıp Las Vegas’a doğru yola çıkıyor. Çölün ortasındaki plastik cerrahiden çıkmış gibi duran Las Vegas’ın bir zombi kentine dönüşmüş olması şaşırtıcı değil. Tüketimin baş kentinde aç gözlü canavarlardan başka kimse yaşayamaz. Günahlar şehri, çöl kumunun içine gömülmüş. Ortaçağ şatoları, Özgürlük Heykeli, Eyfel Kulesi ve Mısır piramitlerinin kopyaları bu lanetli dünyadan geriye kalanlar. Çöken bir imparatorluktan kalan tek şeyin sadece onun küçük bir haritası olduğunun anlatıldığı Jorge Luis Borges’in “On Exactitude in Science” (Bilimde Kesinlik Üstüne) adlı masalında olduğu gibi filmdeki Las Vegas, kıyamet sonrası dünyadan geriye kalan turistik bir haritayı andırıyor. Bu masalın da Alice Harikalar Diyarında’nın yazarı Lewis Carroll’ın başka bir hikayesine dayandığını söylemeden geçmeyelim.

Yeraltından tablolar


Grotesk saray ahvali, pislik içindeki ucubelerle dolu zindanlar, cehennemi andıran Engizisyon işkenceleri, açık saçık çığlıkların atıldığı tavernalar ve bunların arasında sendeleyerek yürüyen hayaletler. 1700’lerin sonunda Goya’nın gözlerinden yansıyan İspanya bir elem tablosunu andırıyor.

İspanya kraliyet ressamı Francisco Goya, 1796 yılında kezzapla bakırı oyarak Los Caprichos adını verdiği seksen tane gravür baskı yapmıştı. Kaprisler olarak tercüme edilebilen bu baskılarda Goya açıkça yönetici sınıfın cehaleti ve beceriksizlikleriyle alay ediyor ve aklın, batıl inançların karşısında çöküşünü gözler önüne seriyordu. Bu baskılar Roma’dan Meksika’ya kadar her yerde satışa çıkartılmışlardı. Engizisyon rahipleri, “İşte insanlar bizi böyle görüyorlar!” diye hayıflanadursunlar Los Caprichos, bir yüzyıl sonra ortaya çıkacak Modernizm akımının öncü eseri olmuştu.
Aynı dönemde Engizisyon mahkemeleri ve zindanları cehennemin yeryüzüne kurduğu elçilik binalarını andırıyordu. Kapısından bir girenin bir daha geri dönmediği, yaşamla ölüm arasına gerilmiş ıstırap kaleleriydi. İçerisi acı içinde çığlıklar atan akıllarını kaybetmiş yamuk yumuk insanlar ve onların işkencecileriyle doluydu. O devirde yaşamak istemezdim diyorsanız bir de bunu filmin yönetmeni Milos Forman’a sorun. O size karanlık zamanların ve işkencelerin henüz son bulmadığını söyleyecektir. Goya’nın Hayaletleri günümüzü andırıyor. Engizisyon sorgulanamaz otoritesini korumak için insanların kalbine korkuyu yerleştiriyor

Müstehcen kötülük

Film mum ışığında karanlık bir masanın etrafında toplanmış Engizisyon rahipleriyle açılıyor. İspanya’yı demir bir yumrukla yöneten din adamları birbirlerini onaylayan bakışlar atıyorlar. Evet, kendi bildikleri doğruyu herkese kabul ettirmeleri gerek. Bunun için kullandıkları metotlar ise çok acımasız: gözlemleme, alıkoyma ve işkence.
Kibar bir yapmacıklıkla konuşan rahiplerden Lorenzo, Goya’ya kendi portresini yapması için para veriyor. Bu sırada tabloların arasında gördüğü melekleri andıran Ines’in güzelliğinden etkileniyor ve kızın tavernada yavru bir domuzu yemeyi reddetmesiyle Yahudi olduğunu öne sürerek onu Engiziyon binasına çağırıyor. Soruşturmaya alınan ve işkenceye maruz kalan Ines acıyı durdurmak için “günahını” itiraf ediyor ve Madrid zindanlarına atılıyor.
Bu sırada Napolyon, İspanya’yı işgal ediyor, Engizisyon’u yerle bir ediyor ve soyluları yerlerinden ediyor. Ve Goya’nın Los Caprichos’larından karelerle film devam ediyor. Bir yanda zindanlarda çürüyen melekler kadar güzel bir kız, öte yanda Forman’ın sözleriyle, “demokrasi tohumlarını yanlış toprağa eken” Napolyon.
Ines’i kurtarmak için artık çok geç. Ama akıllarda tek bir soru asılı kalıyor: Sanat geri kalanları kurtarabilir mi?