14 Haziran 2008 Cumartesi

Speed Racer: Sentetik Maymunlar



Matrix’in yaratıcıları Wachowski kardeşler son filmlerinde çizgi roman dünyasını beyazperdeye taşıyorlar.

Gözleri yakacak kadar mavi gökler, güneşi yutacak kadar sıcak çöller, şeker paketlerine sarınmış gezinen insanlar ve yarış arabaları. Ama onlara araba demek de mümkün değil, çünkü Matrix serisiyle beyinlerimizde bir devrim gerçekleştiren Wachowski kardeşlerin son filmi ‘Hızlı Yarışçı’da arabalar da diğer her şey gibi dijital ortamda yaratılmış. 1960’larda Japonya’da basılan bir çizgi romandan uyarlanan filmin görüntüleri Beatles’ın ‘Lucy in the Sky with Diamonds’ şarkısını hatırlatan gökkuşağı renklerine sahip olsa da, konusuyla beraber bir bütün olarak düşündüğümde benim aklıma sadece üç milyon yıl önce yaşamış, iki ayağı üzerinde duran ünlü maymun Lucy’den başka bir şey gelmiyor. Çünkü ‘Hızlı Yarışçı’nın gelecekte geçen hikayesi nostaljik olmaktansa paleoantolojik zamanlardan kalma bir eğlence anlayışına sahip. Bunun üstüne bir de hız, güç ve gürültü eklendiğinde ancak bir maymunu, belki bir de on yaşından küçük bir çocuğu - koltuğunda zıplatacak kadar - eğlendirebilirsiniz.
Wachowski kardeşlerin “motorlu kung fu” ya da “car fu” (araba fu) olarak nitelendirdikleri filmlerinin başkahramanı, adı Speed (Hız) soyadıysa Racer (Yarışçı) olan gözü kara bir araba yarışçısı. Ona bu adı takan anne ve babanın oğullarının büyüdüğünde belki de istiridye toplayıcısı olmak isteyip istemeyeceğini düşünmemiş olmaları kişilikleri hakkında bir fikir edinmemizi sağlıyor. Anne Racer (Susan Sarandon) evinin garajında yarış arabaları yapan Baba Racer’ın (John Goodman) asistanlığını yapıyor ve bir şampiyon olan ağabeyi Rex yarış sırasında hayatını kaybettiğinde direksiyona geçme sırası Speed’e (Emile Hirsch) geliyor. Racer ismini korumak için Speed filmin ilk dakikalarında kendini yarış pistine atıyor ve gökkuşağından nehirler tüm sahneyi sele boğarken parkurda savrulup rakiplerinin üstünden, altından, her yerinden sıyrılıp geçerek ağabeyinin rekorlarını kırmaya çalışıyor. Pistin üzerinde helikopteriyle dolaşan Trixie’yle (Christina Ricci) ve yarışın entrikalı dünyasıyla tanışması fazla zamanını almıyor. Artık ailesini ve ismini korumasının tek yolu şike yapanları kendi oyunlarında yenmek için Grand Prix’i kazanmak. Gözünüzün muhtemelen şu ana kadar gördüğü en şaşalı sahneler bunlar – tabii daha önce hiç diskoya gitmediyseniz.

Rengârenk delik


İnsanın evrimleşmesi milyonlarca yıl sürmüştü. Fakat çocuklukla yetişkinlik arasındaki süreç hala insanı maymuna çeviren kara deliklerle dolu. Her şey bir yana ‘Hızlı Yarışçı’ bu kara deliklerden – daha doğrusu renkli deliklerden- birinde çekilmiş gibi duruyor. Filmde ortaya çıkan maymunun ve çocuğun bu geri dönüşü simgelediği açık. On yaşındaki bir çocuk bu renk şelaleleri, hız düzlükleri ve gürültü dağları altında kaldığında konuşamayacak kadar mutlu olabilir. Ama en azından yirmi beş yaş üstü seyirci için bir uyarı işareti koyulmalıydı.

13 Haziran 2008 Cuma

The Happening: Fotosentez


“Altıncı His”le korku filmlerine yeni bir bakış getiren yönetmen Shyamalan ‘Mistik Olay’da eğer doğa insan ırkını yok etmeye karar verirse ne olur, diye soruyor.

Daha önceki filmlerinde eğer küçük oğlunuz ölü insanlar görmeye başlarsa (Altıncı His), ya da köyünüzün etrafı kana susamış canavarlarla çevrelenirse (Köy), peki ama uzaylılar mısır tarlalarıyla mesaj yollamaya başlarlarsa (İşaretler) ne olur gibi sorular soran Shyamalan, korkuyla büyüyen gözlerini bu kez ağaçlara çeviriyor. Ve yatağının altında bile canavar arayan küçük bir çocuk gibi soruyor: “Ya ağaçlar insan ırkını yok edecek zehirli bir gaz yaymaya başlarlarsa?” Bu kadar paranoya, kocaman kocaman açılmış gözleriyle kendi filmlerinden fırlamış gibi görünen – ve gerçekten de kendi filmlerinde oynayan - yönetmenin bünyesine zarar vermiş olabilir, fakat gene de yaz filmlerinin en çok para getiren ismi olmasını sağlamaya devam ediyor.
Einstein bütün arıların yeryüzünden silindiği günden dört sene sonra insanoğlunun da soyunun tükeneceğini söylemişti. ‘Mistik Olay’ da bir lise öğretmeni olan Elliot Moore’un (Whalberg) arıların soyunun tükenmekte olduğunu anlattığı dersiyle açılıyor. Moore öğrencilerin ilgisini bir türlü üzerine çekemiyor. Ama büyük şehirlerin parklarında, inşaat alanlarında, konser salonlarında toplu intiharlara başlayan insanlarla bu olay arasında bir bağlantı olduğu kısa zamanda ortaya çıkıyor. Başta bu intiharlara yol açan zehirli toksinlerin bir terörist saldırısı sonucu yayıldığı düşünülüyor, fakat biraz daha iyi araştırdıklarında bunu düşman ülkelerin değil, ağaçların yaydığı ortaya çıkıyor. Yapraklar yeşillenmeye yoğunlaşırlar, fakat bu sefer tüm dikkatlerini insan ırkını yok etmeye vermişler. Hayvanları yemeyerek içlerini rahatlatan vejetaryenleri de listelerinin başköşesine koymuş olmalılar.

Çekirdek aile

Bu basit ve açık havada geçen kıyamet filminin odak noktasında 1950’lerin Soğuk Savaş günlerinde çekilmiş bilimkurgularda olduğu gibi bir çekirdek aile var. 1950’lerde çekilmiş Hollywood filmlerinde Komünizm’in aile değerlerini yok ettiği ve bir burjuvazi ürünü olduğu gerekçesiyle aileyi dağıtmaya çalıştığı savunulurdu. Bu filmde de başroldeki çocuksuz Elliot ve Alma Moore (Deschanel) çiftinin yaşadığı evlilik krizinin felaketin nedenlerinden birini simgelediğini anlıyoruz. Shyamalan’ın filminde hayatta kalma güdüsüyle sürekli üreyerek büyüyen insan ırkı, modern zamanın getirdiği yozlaşmalar sonucunda ailesini küçültüp boşanmalarla dağıtarak doğal seleksiyona uğramayı hak ediyor gibi gösteriliyor. Moore’ların yanına annesiyle babasını kaybetmiş küçük bir kızı da katarak aileyi büyüten Hintli yönetmen affımıza sığınarak bu konuyu fazla uzatmıyor tabii ve hiçbir yerin güvenli olmadığı bir dünyada sığınılacak tek yerin bir başkasının kalbi olduğunu söyleyerek sözü bırakıyor. Doğanın intikamıyla ilgili son film bu olmayacak elbette, bizi düşündürecek yeni filmler de izleyeceğimizden eminim.

Broken English: Parçalı Bulutlu Mevsimler


John Cassavetes’in kızı Zoe ilk uzun metrajlı filminde bizi başının üzerinde kara bir bulut taşıyan Nora’yla tanıştırıyor.

Britanyalı indie/pop grubu Black Box Recorder’ın yorulmadığı “Seasons in the Sun” (Güneşli Mevsimler) adlı şarkının sözlerinde kız babasına şöyle seslenir: “Çok fazla şarap içtim ve çok fazla şarkı dinledim; hala hayatta olduğuma inanmak bile öyle zor ki.” Efsanevi yönetmen Nick Cassavetes’le oyuncu Gena Rowlands’ın kızı Zoe Cassavetes de ilk uzun metrajlı filminde adeta babasına böyle bir mesaj gönderiyor ve sahneye ite kaka şarkılarla ve şarapla kırılıp dökülmüş genç bir kadın çıkarıyor. Sigara içen, şarabından tedirgin yudumlar alan ve reçeteli haplarını yutan Nora’nın (Parker Posey) modern çağın depresif kadınlarına tırnak ısırtacak kadar etkileyici bir giriş yaptığını kabul etmek gerek. Muhteşem bir çıkış yapacağını da şimdiden bilmenizde bir sakınca yok.
New York’da bir butik otelde çalışan Nora eski moda ilişkiler ağına takılıp kalmış bir halde çırpınıyor, fakat erkeklerle şansı bir türlü yaver gitmiyor. İnternetteki randevu sitelerine kaydoluyor, iş yerindeki erkeklerle yakınlaşıyor, hatta annesinin kendisine erkek ayarlamasını bile kabul ediyor. O kadar uzun zamandır bir eş arıyor ki, artık istediğinin bu olup olmadığını bile hatırlamıyor. Sonuçta beraber olduğu erkeklerin günün sonunda ya bahsetmeyi unuttukları bir kız arkadaşları çıkıyor, ya da eski sevgililerini henüz unutamamış kırık dökük erkekler oldukları belli oluyor. “O kadar umutsuzum ki, kendi umutsuzluğuma ben bile dayanamıyorum,” diyor Nora. Tam da bu umutsuzluk onu daha fazla şaraba, hapa ve şarkıya boğmaya başladığında Fransız kurtarıcısı Julien ortaya çıkıyor. Burada şunu itiraf etmek lazım: küçük şapkalı, şaşkın bakışlı ve karizmatik Julien’in filme girişi her hangi başka bir filmde bütün kadınların yüreğini yerinden oynatacak açılarla çekilirdi. Ama Zoe Cassavetes bu Fransız yakışıklısını öyle doğal adımlarla filme alıyor ki, Nora’yla beraber seyirciye de bu adamın gerçek olamayacak kadar iyi olduğunu düşündürtüyor.

Ruhun kolyeleri

Sadece hafta sonu için New York’da olan Julien’le Nora arasında hemen bir kıvılcım çakıyor. Fakat genç adamın Paris’e dönecek olduğu fikri önce Nora’nın yüreğine iniyor, sonra onu yeniden umutsuzluğa sürüklüyor, ve en sonunda da tam anlamıyla felç diyor. Butik oteldeki işinden istifa ediyor ve bir cadının kendini tedavi etmesine izin verdikten sonra Julien’in peşinden soluğu Paris’te alıyor. Fakat boynunda parçalı bulutlu kolyeler taşıyan bu genç kadın oraya vardığında kendini hiç ummadığı bir halde buluyor.
Dibe vurduğunuzda her şey sona erer. Nora sonuçta dibe vuruyor ama bunu bir kar tanesi gibi hafifçe yapıyor. Ve biz de yağmurlar gelinceye kadar dünyanın onun için daha güvenli bir yer olduğunu anlıyoruz.

El Orfanato: Annelerin anahtarları



‘Pan’ın Labirenti’nin yönetmeni Del Toro’nun yapımcılığını üstlendiği ‘Yetimhane’ hayaletli ev temasını işleyen İspanyollara özgü bir korku filmi.

Bazı evler mezarları andırır. Hayaletleri, hepsi alacalı gözler gibi bakan pencereleri, kendi kendine açılıp kapanan kapıları ve yer değiştiren mobilyalarıyla yaşamla ölüm arasında açılan karanlık bir sandık gibidirler. İspanyol yönetmen Bayona’nın filmi ‘Yetimhane’ de bu türden hayaletli ev temasının gıcırdayan tahtaları üzerinde dikkatlice yürüyen bir korku filmi. Fakat hayaletli evler hakkında bildiğiniz her şeyi burada unutmanız gerekiyor. Çünkü Pan’ın Labirenti’nin yönetmeni Del Toro’nun gösterdiği yolda ilerleyen film imkansız binalar mimarı M.C. Escher’in kompozisyonları gibi bakış açılarına göre değişen perspektiflere ve anlamlara sahip. Yetimhane her yöne uzanan teleskopik koridorları, dönerek inen merdivenleri, bir çocuğun arasında yürüyebileceği kadar kalın duvarlarıyla zaten bilinçaltının zamansız ve mekansız labirentlerinde dolaştığını en baştan hissettiriyor.
Bu filme yetimhane binasının dehşetengiz gölgesi altından bakabilir, hayallerinizin korku dolu, kapkaranlık imgelerin altında boğulmasına izin verebilirsiniz. Ya da çocukluğunuza döner ve yüzünüzde hafif bir gülümsemeyle bunun aslında ‘Peter Pan’ hikayesine gönderme yaptığını fark edersiniz. Fakat en korkunç bakış açısı, karakterler üzerinden filmi anlamaya çalışmak olacak. Çünkü ‘Yetimhane’ tıpkı Bayona gibi İspanyol olan yönetmen Amenabar’ın ‘Diğerleri’ filmini andıran bir annelik kabusunu anlatıyor. Fantastik olanı mı gerçek olanı mı tercih edersiniz?

Her kadının kabusu

Filmin başında Belen Rueda’nın canlandırdığı Laura’nın yıllar sonra geri dönüp çocukluğunu geçirdiği yetimhaneyi satın aldığını ve burayı down sendromlu çocuklar için bir bakım evine dönüştürdüğünü öğreniyoruz. Laura’nın ayrıca üzerinde titrediği AIDS’li bir oğlu var. Kısa süre sonra oğlan hayali arkadaşlarıyla oynamaya başlıyor ve onların kendisini yakınlardaki deniz fenerinin altındaki mağaraya çağırdıklarını söylemeye başlıyor. Ardından da bahçede verilen bir maskeli partinin ardından sırra kadem basıyor. Oğlunu bulmak için dedektifliğe soyunan Laura bu travmatik olayın kendi çocukluğunda yetimhanede yaşanmış bir cinayetle bağlantılı olduğunu fark ediyor. Ve Peter Pan’ın çocuklukla annelik arasında sıkışıp kalmış arkadaşı Wendy gibi bu gizemi çözmekte anahtar rol üstleniyor.
Şunu unutmayın elinize aldığınız o anahtar kapının açılmasından olduğu kadar kapının kilitli olmasından da sorumludur. Biri AIDS’li geri kalanları ise down sendromlu bir sürü çocuğa bakmak ise her kadın için -bir azize olmadığı sürece- büyük bir yüktür. Film bu yükü bir kabusa dönüştürüyor ve partideki maskeler aracılığıyla bize hiç kimsenin göründüğü gibi olmadığını anlatmaya çalışıyor.

The Other Boleyn Girl: Anne Boleyn İdama Ne Giydi?



İngiltere kralı VIII. Henry’nin ilgisini çekmek için birbirleriyle yarışan Boleyn kızları günümüzün Paris ve Nicky Hilton’larını andırsalar da aslında ikisi de birer feminist figür.

Daha önce pek az genç kız tarih sayfalarındaki dedikodu sütunlarından nasibini Boleyn kardeşler kadar şiddetli almıştır. İngiltere kralı VIII. Henry’nin ilgisini çekmek için Tudor sarayına girdikleri söylenen göz alıcı Boleyn kızları günümüzün Paris ve Nicky Hilton’ları kadar hafif ve geçici sayılabilirlerdi. Ancak sarayda kraliçenin alternatifi bir moda yaratacak kadar aykırı olan kız kardeşler kral dahil bütün saray ahalisinin ilgisini çekmiş ve feminist düşüncenin ilk tohumlarının yanı sıra Avrupa tarihinin değişmesinde de önemli bir rol oynamışlardı. Boleyn kızlarının bütün bu göz alıcı imajları, oldukça katı ve karanlık bir misyona kapak görevi görüyordu. Onlar aslında babaları tarafından kralla yatmaya ve kraliçenin ona veremediği erkek evladı doğurup asalet merdivenlerinde yükselmeye zorlanan iki kardeşti. Ancak kral üzerinde hiç beklenmedik bir güç kazanıp İngiltere’nin Katolik kilisesinden ayrılmasına ve Elizabeth gibi muhteşem bir kraliçenin dünyaya gelmesine yol açmışlardı.

Kız kardeş savaşları

Philippa Gregory’nin çok satan romandan aynı isimle beyazperdeye uyarlanan filmde Anne ve Mary Boleyn kardeşleri Natalie Portman ve Scarlett Johansson canlandırıyorlar. Biri esmer ve hırslı, öteki sarışın ve şefkatli iki kız kardeşten kralın ilgisini beklenenin aksine ilk Mary çekiyor. Bunun üzerine Paris’e dillere destan Versailles sarayına yollanan Anne burada öğrendiği yöntemler sayesinde geri döndüğünde kralın ilgisini tekrar kardeşinin üzerinden kendine çekmeyi başarıyor. Anne’le beraber olabilmek için kraliçeden boşanan kral VIII. Henry bu uğurda Katolik kilisesinden de kopuyor. Bu tarihi dönemeçte taç giyen Anne Boleyn kendinden önceki kraliçe Aragonlu Catherine gibi tahta sadece tek bir kız evlat verebiliyor: gelecekte müthiş bir güç kazanacak bir kraliçe; ama şimdilik melekler kadar masum olan küçük Elizabeth.

I'm Not There: Altı Telli Adam



Amerikan folk müziğinin isyankar şairi Bob Dylan’ın hayatı avant-garde yönetmen Todd Haynes’in elinde gitarın telleri gibi altı farklı parçaya bölünüyor.

Ne zaman durup da şöyle bir etrafıma baksak modern popüler kültürün Marilyn Monroe’dan Madonna’ya kadar, iz bırakan büyük sanatçıların taklitleriyle dolu olduğunu fark ediriz. Kalıbı son derece sağlam bir ayakkabıyı andıran Bob Dylan ise geçen yıllar boyunca modern kültür karşısında hep biraz zorluk çıkartmışa benziyor. Yalnız kalpli bir mistik olarak Robert Zimmerman adıyla dünyaya gelen sanatçının gizemli katmanları olan bir yaşam öyküsü var. Eisenhower dönemi Amerika’sında Yahudi bir genç olarak büyümüş ve soyadını İrlandalı şair Dylan Thomas’dan etkilendiği için değiştirmiş. Cıva gibi çabuk değişen kişiliği sayesinde bazen altına bazense çöpe dönüşebilen ama eşsizliğini asla kaybetmeyen şarkılar yazmış. Dylan, modern kültürü yaşamaktansa onu tercüme etme gereksinimi duyan ve umursamaz bir ses tonuyla “Ne zaman her şeyini kaybettiğini düşünsen, hala kaybedecek bir şeyler daha olduğunu fark edersin,” gibi anlaşılması güç sözler eden bir sanatçı. Herkes konuşup içerken, gitar çalıp rollerini ezberlerken Bob Dylan sanki hiç orada olmamış, hep bambaşka bir dünyadaymış gibi oturuyor modern kültürün ortasında. Arada bir bizden uzaklaşıyor, sonra tekrar aramıza dönüp daktilosunda bir şeyler yazıyor, gitarını hafifçe tıngırdatıyor ve bu bile bazen insanın vücudundaki bütün kanın çekilmesine neden olabiliyor.

Lunaparktaki aynalar

Bir tanrıyı anlatmak imkansızdır. Todd Haynes de Bob Dylan’a böyle yaklaşıyor: Tanrı tanımaz bir efsaneyi tanrısallaştırıp, içinde onun olmadığı hikayeler anlatarak bir Bob Dylan biyografisi toparlamaya çalışıyor. Lunaparktaki aynalar insanın kafasını nasıl balon gibi büyütür, bacaklarını kısaltır, parmaklarını spagetti gibi uzatırsa Todd Haynes’in filmi de Bob Dylan’ın altı farklı yüzünü böyle çarpıtarak, kısaltıp uzatarak kameraya alıyor. Onu tutup, hiçbirinin Dylan ismini taşımadığı ama o evrenin bir parçası olan zenci bir çocuktan, Rimbaud adında isyankar bir şaire, hatta Cate Blanchett’in nefes kesen oyunculuğuyla bir kadına dönüştürüyor. Bob Dylan’ın kendisinin anlatıldığı bu nükteli kısa hikayeler gitarın telleri gibi birbirinden farklı sesler veriyorlar. Film uzadıkça uzuyor, tam bittiğine inanırken tellerden biri kısa bir solo daha atıyor. Sonuçta şunu bilmeniz gerekiyor: Aradığınız Bob Dylan’sa bu film size onu vermeyecek. Ama herhalde modern kültürün kapanlarından kolayca kurtulan Dylan kadar kıvrak bir balığı yakalamak için denize altı tane olta atılsaydı, uçlarına yem diye filmdeki bu karakterler geçirilirdi. Biz yutmayız belki ama Bob Dylan bunları yutabilir.

Caramel: Kadınlığın Dikiş İzleri


Lübnan’lı yönetmen Nadine Labaki’nin Beyrut’un bombalanmasından dokuz gün önce çekimleri sona eren filmi ‘Karamel’ kadın dünyasının kapitone noktalarında geziyor.

Dünyanın hangi coğrafyasında olurlarsa olsunlar terzi dükkânları, güzellik salonları ve kadın doğum klinikleri kadınlara hep aynı yerlermiş gibi görünürler. Makasların, iğnelerin, ipliklerin, raptiyelerin ve cımbızların çalıştığı bu yerlerde kadınların bedenleri ölçülüp biçilir, boşluklar renkli kumaşlarla tamamlanır, yırtıklar bir güzel dikilir ve her şey bir kez daha yeni gibi olur.
Nadine Labaki’nin İstanbul Film Festivali’nin açılışında gösterilen ‘Karamel’ adlı filmi de dünyalarını göz alıcı kumaşlarla örten farklı yaşlardaki altı kadının etrafında dolaşıyor ve hepsinin kapitone noktalarında durup raptiyeleri teker teker sökerek yünlerden ve pamuklardan oluşan iç dünyalarını dışarı döküyor.
Nadine Labaki’nin “Beyrut’uma” adadığı film Si Belle adında bir güzellik salonunda açılıyor. Senaryoyu yazan kadın yönetmen filmin başrolündeki Layale karakterini de canlandırıyor. Layale güzellik salonunun sahibi ve kendi parasını kazanıyor olmasına rağmen evlenmediği için hala ailesiyle yaşayan genç bir kadın. Evli bir erkekle bir ilişkisi olan Layale, “Bir korna sesine tabi olan bir varlığım var,” diyerek içini döküyor kuafördeki arkadaşlarına. Çünkü karısından gizli, çöplerin atıldığı ıssız mekanlarda buluştuğu sevgilisi, onu kuaförün önüne gelip kornaya basarak çağırıyor ve bu bile Layale’in işini yarım bırakıp koşarak onun yanına gitmesine yetiyor.

Ağdalı hisler

Layale’in arkadaşları da kendi bastırılmış arzularının eşiklerinde kararsızca bekleşen kadınlardan oluşuyor. Düğünü yaklaşan Nesrin müstakbel kocası onun bakire olmadığını öğrenecek diye endişeleniyor. Kısa zaman önce boşanan Jamale televizyon reklâmlarında rol almak için kendini genç ve güzel kızlarla yarışmak zorunda hissediyor. Yerleri temizleyip saç yıkayan Rima, terzi Rose ve sokaktaki kağıtları sevgilisinin kendisine yazdığı mektuplar zannedip toplayan bunamış ablası Lili gibi kapı aralıklarından ve pencere pervazlarından görülen bütün bu kadınların hepsi bir bekleyiş içindeler. Onların içini dışarı çıkaran şeyi ise Beyrut’ta kadınların ağda yapmak için kullandıkları karamel simgeliyor. Vajinasını diktiren, aşık olduğu kadınların saçlarını kesen, yaşlılığını makyajların altına gizleyen ve hala adet gördüğünü göstermek için tuvalet kağıtlarına kırmızı boya süren bu bir avuç kadının hayatını anlatan film, onların bastırılmış duygularını çığlık çığlığa dışarı vurmalarına izin vererek aynı zamanda da bir ağda görevi görüyor.

Tropa de Elite: Kafatasından Şehirler


Jose Padilha, Berlin’de Altın Ayı alan filminde Rio’nun varoşlarına giriyor ve anlaşılması güç bir denge kurarak polisin yarattığı dehşeti anlamamızı sağlıyor.

Şehrin sınırları dışına çıktığınızda sizi koruyacak tek şey ormandır. Şehrin içindeyse duvar resimleri size nasıl bir cehennemde olduğunuzu hatırlatır. Bir zamanlar Rio sadece orman ve sadece nehirdi. Şimdiyse bu bereketli topraklar kendilerini aslan, kaplan, kartal ve panter zanneden güçlü ülkeler tarafından sistemli bir şekilde yok ediliyor. Onlar Brezilya’nın demir madenlerinin üzerinde uyuyor, kömürü altına çeviriyor ve ormanları yok edip kendi karınlarını doyuruyorlar. Dünyanın en çok sömürülen ülkelerinden biri olan Brezilya’nın köpekleri, böcekleri ve sıçanları kenar mahallelere itiliyor ve görüldükleri yerde vuruluyorlar. Onlar Latin Amerika’yı İspanyol sömürgesi olmaktan kurtaran Simon Bolivar’ın kurban ettiği kitleler. Onlar büyük ve sistemli bir döngünün dışına atılan artıklar. Ve Berlin Film Festivali’nde Costa Gavras başkanlığındaki jüriden Altın Ayı alan ‘Özel Tim’in Brezilyalı genç yönetmeni Jose Padilha’nın kamerasının kenarına ilişenler.
Konusunu on iki polis memuru ve polis teşkilatı içindeki bir psikiatristin anlattıklarından alan filmde, 1997 yılında Papa’nın Rio de Janerio’yu ziyaretine aylar kala yaşanan vahşi temizlik anlatılıyor. Papa’nın kalacağı yerlere yakın suç oranı yüksek varoşlara Rio de Janerio’nun askeri polis teşkilatının içinde özel bir güç olan BOPE (Portekizce: Batalhao de Operaçoes Policiais Especiais) teker teker darbe indiriyor. Fakat uyuşturucu trafiği devam etsin diye polisin verdiği rüşvetlerle güçlenmiş olan uyuşturucu patronlarının ellerindeki savaş silahlarını bırakmaya niyeti yok. Neden bir kez verdiğini geri alasın ki?

Kenardan düşenler

Filmin merkezini bulmakta hiç güçlük çekmiyorsunuz; baktığı yeri görmekse o kadar kolay değil. Çünkü olaylar amblemi kafatası olan BOPE’nin yüzbaşısı Nascimento’nun bakış açısıyla anlatılsa da, asıl konunun onun timinin elinde can veren kenar mahalle çocukları olduğunu anlamamak için gözlerinizi iyice açmanız lazım. Görmemiz gerekenler Brezilya’yı yöneten sistemin merkezindekiler değil; kenarından patır patır dökülenler. Bu açıdan Jose Padilha çok dürüst davranıyor ve kenar mahalleleri filminin merkezine değil, her zaman oldukları yere, kenara koyup düşmek üzere olduklarını görmemizi sağlıyor. Fakat şimdiden uyarıyorum, bunu anlamanızı sağlayacak sahne sayısı fazla değil. Çünkü bu film, marihuana içip burunlarına kokain çeken üniversiteli burjuva gençler gibi polisi protesto etmek konusunda aceleci davranmıyor. Önce o kokainin ve marihuananın geldiği yerde ailelerin yok edildiğini, çocukların öldüğünü bilmemizi istiyor.

Be Kind Rewind: Kendin Çek, Kendin İzle



Sinema tarihinin en iyi filmleri silinirse onların yerine ne koyarsınız? Bunun için yeni bir terim üreten Michel Gondry son filminde bize bir cevap veriyor.

Michel Gondry’nin hatırladığı ilk şey, tuvaletini yaptığı gün arkasını dönüp klozete baktığında gördüğü “mükemmel” eseri olmalı. Çünkü yaratmanın tadını alan Fransız, o gün bu gündür ele geçirdiği her şeyi kullanarak üretmeye devam ediyor. Kartonlar, plastikler, ipler, pamuklar, jelâtinler, Gondry’nin film çekmek için kullandığı araçlar olsa da… hayır, o bir elinde tutkal, bir elinde makasla çalışan sekiz yaşında yetenekli bir el işi dersi öğrencisi değil. O, Radiohead, White Stripes, Bjork ve Rolling Stones için dahice klipler ve ‘Sil Baştan,’ ‘Rüya Bilmecesi’ gibi eşi benzeri görülmemiş filmler çeken nostaljik bir yönetmen. Herhalde onun kadar geçmişe düşkün olmayan hiç kimsenin aklına VHS videodan DVD’ye geçmeyi reddeden bir video dükkanı hakkındaki bir film çekmek gelmezdi. Ve ‘Lütfen Başa Sarın,’ yanında sinema literatürüne girecek bir terim olan ‘Swed’le ortaya çıkmazdı.
Hepiniz çocukken kartondan evler, kağıttan bebekler, şemsiyeden paraşütler, hatta belki banyo küvetinden arabalar yapmış ve seyrettiğiniz filmleri yeniden canlandırmışsınızdır. İşte henüz Türkçesi olmayan ‘Swed’ basit bir teknoloji kullanarak var olan bir sinema eserini yeniden çekmek demek. Daha az olanak ve daha büyük bir yaratıcılıkla. Kelime kökünü Sweden’dan (İsveç) alıyor. Nedenini birazdan açıklayacağım, ama önce filmin konusunu öğrenelim. Filmde henüz DVD’ye geçmemiş bir videocuda çalışan Mike (Def) ve onun kafası avangart fikirlerle dolu dostu, çöpçülük yapan Jerry (Black) ile tanışıyoruz. Jerry baş ağrılarına neden olduğuna inandığı yakınlardaki bir güç santraline sabotaj düzenliyor. Ancak planı geri tepiyor ve vücudu elektrikle yükleniyor. Video dükkanına geri geldiğinde üzerindeki manyetik güç alanı yüzünden dokunduğu bütün filmler silinmeye başlıyor. Dükkanın tek müşterisi olan bunak Bayan Falewicz’i (Mia Farrow) hayal kırıklığına uğratmamak ve iflas etmemek için Mike ile Jerry ancak bir çocuğun aklına gelebilecek bir plan yapıyorlar: Filmleri yeniden çekmek.

Duvarkağıdı filmler

Komşuların yardımı ve çevreden topladıkları çer çöple ‘Hayalet Avcıları,’ ‘Bayan Daisy’nin Şoförü,’ ‘Aslan Kral’ ve ‘King Kong’ gibi filmleri yeniden çekmeye başlıyorlar. Elbette sipariş edilen filmlerin müşteriye verilmesi uzun zaman alıyor. Bunun nedeni sorulduğunda da “Sweding” kelimesini yaratan İsveç’den geldiğini söylüyorlar. Çocuksu bir duyarlılığa sahip filmleri beyazperdeden çok “grafittiduvarı” ya da “duvarkağıdı” olarak nitelendirilebilecek sürrealist bir yönetmen için mükemmel bir terim. Filmi tekrar tekrar izlemek isteyecek ve belki de “swed”leyeceksiniz.

Macera Adası: Dürbünün Ucundaki Kız


Wendy Orr’un dokuz yaşındayken yazmaya başladığı hikayesinden uyarlanan film çocuklara olduğu kadar içimizdeki çocuklara da hitap eden tropik bir macera.

Kar kadar beyaz deniz kabuklarının vurduğu altın kumlar, dalgaların çarpıp etrafa gökkuşakları fışkırttığı kayalıklar, gizli köşelerinde çağlayan şelaleler ve ucu bucağı görünmeyen sisli bir yağmur ormanının uzandığı ıssız bir ada düşünün. Arkadaşları ayı balıkları ve iguanalar olan Nim (Abigale Breslin) adındaki küçük kız burada her çocuğun hayal ettiği bir hayat yaşıyor. Onun sabah kalkıp okula gitmek gibi bir derdi yok. Bunu yerine üzerine tırmandığı palmiye ağaçları ve eğitilmiş hayvanlardan oluşan arkadaşları var. Annesi bir mavi balinanın midesindeki mikropları araştırırken, hayvanın suyun dibine kaçması sonucu ortadan kaybolmuş ve Nim babasıyla beraber dünyanın en güzel adasında, çimenlerin kumsalla birleştiği yerde bir ağaç ev yapıp içinde yaşamaya başlamış. Film, Nim’in babasının planktonlarla ilgili bir araştırma yapmak için denize açıldığı bir gün başlıyor. Adam fırtınaya yakalanıyor ve denizde kayboluyor. Üstüne üstlük aynı günlerde adanın yanardağı da harekete geçiyor ve bir grup korsan kıyıya çıkıyor. Tüm bunların ortasında tehlikelerle karşı karşıya kalan küçük kız, en sevdiği roman kahramanı Alex Rover’dan yardım istemeye karar veriyor ve ona bir e-mail atıyor.

Indiana Jodie

Fakat Indiana Jones tarzı bir roman kahramanı olan Alex, aslında Alexandra (Jodie Foster) adında çok satan macera romanları yazarı bir kadının üst-egosu. Nim, ne kadar atılgan ruhlu ve güneş gibi parlayan hevesiyle rengarenk bir genç kız ise, San Francisco’da Viktorya tarzı bir evde yaşayan Alexandra da o kadar içine kapanık ve evinin sınırları içinden çıkmaya korkan sinmiş orta yaşlı bir kadın. Alexandra’nın mikroplardan arındırılmış evi onu dış dünyadan koruyan bir kale gibi. Evin her köşesi dünyanın dört bir yanından gelen öyle objelerle dolu ki, bu kadının kapısından dışarı bir adım bile atmamasına rağmen dünyayı evine getirmeyi başardığı anlaşılıyor. Nim’in bir ağacın tepesinde sallanan eviyse dış dünyanın bütün tehlikesine – aynı zamanda eğlencesine – açık. Sonunda Alexandra küçük kızın yardım çağrısını karşılıksız bırakamıyor ve zorla da olsa evinden ayrılıp adaya doğru dehşet verici bir yolculuğa çıkıyor. Bu andan itibaren kadınla kızın beraber giriştikleri macera ister ıssız bir adada olsun, ister kocaman bir evde, dış dünyadan saklanmayı bırakıp kendi hikayenin kahramanı olmayı anlatıyor. Ama vereceği anlam ifade eden herhangi bir cevabı denizaslanlarına göbek attırıp, şişko Avustralyalı turistleri göstererek berbat etmekte üstüne yok.
Filmi seyrettikten sonra elinize bir dürbün alın ve ucunu içinize çevirin. Orada küçük bir çocuk göreceksiniz. Ve güneşin pırıl pırıl parıldadığı bu film içinizdeki çocuğun ciğerlerini tropikal bir kahkahayla doldurmuş olacak.