10 Temmuz 2010 Cumartesi

Yükselen Dünyanın Savaşları




Kitabın özeti


Öncesi: Yükselen Dünya Serisinin ilk üçlemesinin üzerinden kırk yıl geçmiş ve eski zamanların kötü kahramanı Tiran Aster, Nihal tarafından öldürülmüş olsa da, bu topraklar o gün bu gündür barışa kavuşamamış. O günlerin ejderha binicisi Dohor Güneş Toprakları’nın kralı olmuş ve gücünü tüm dünyaya yayma tutkusuyla kanlı fetihlere başlamış. Geriye ona karşı koyabilen tek bir güç kalmış; o da Büyük Savaş’ın kahramanı Ido’nun önderliğinde kurulan, fakat Dohor karşısında gün be gün gücünü yitiren Sular Konseyi.



Dubhe’nin hikayesi güneşli bir yaz gününde başlıyor. Sekiz yaşındaki küçük kızın, Güneş Toprakları’nın sınırları içinde kalan küçük Selva köyündeki yaşamı sadece savaş oyunları ve balık tutma yarışmaları gibi eğlencelerden oluşuyor. O günlerde tüm Yükselen Dünyayı ele geçirmeye çalışan Güneş Toprakları zalim kralı Dohor’dan ve onun askerlerinin etrafa saldığı dehşetten habersiz, yaz ayını nasıl geçireceğinin hayallerini kuruyor.
Fakat bir öğleden sonra küçük Dubhe’nin tüm hayatı alt üst oluyor. Kız, yanlışlıkla ona kabadayılık taslayan arkadaşı Gornar’ı öldürüyor ve köyün yaşlıları tarafından ölmesi için büyük bir savaşın hüküm sürdüğü Deniz Topraklarına sürgüne gönderiliyor.
Fakat Dubhe’nin şansı yaver gidiyor ve evinden uzakta geçirdiği birkaç gecenin ardından gökyüzünden üzerine doğru pike yapan devasa bir yılanla karşılaşıyor. Daha sonra bu yaratığın aslında kocaman ve incecik kanatlara sahip lacivert renkli bir ejderha olduğunu ve üzerinde bir ejderha binicisi taşıdığını fark ediyor. Ejderhanın Deniz Toprakları’ndan gelen ve adı Rin olan binicisi kıza, bir imparatorluk kurmak için Yükselen Dünya’yı ele geçirmeye çalışan yeni tiran Dohor’dan bahsediyor ve kendisinin de Dohor’un ordularına karşı savaşan bir asker olduğunu anlatıyor. Savaş yüzünden annesini ve babasını kaybeden çok fazla çocuk gören Rin, Dubhe’nin de yetim olduğunu düşünüp onu yanına alıyor. Kızı kaldığı askeri kampa götürüp karnını doyuruyor. Ancak kısa bir süre sonra Dohor’un kuvvetleri buraya da saldırıyor ve Rin’le ejderhasını öldürüyorlar.
Oradan da kaçmak zorunda kalan Dubhe, yol boyunca yakılmış köyler ve katledilmiş insanlar görerek yoluna devam ediyor. Derken yüzünü saklayan esrarengiz görünüşlü yalnız bir adamla karşılaşıyor. Adam onu öldürmekle tehdit etse de Dubhe onu takip etmeye karar veriyor. Nedense ona güvenebileceğini ve adamın kendisini koruyacağını hissediyor. Aradan birkaç gün geçince adam da ona alışmaya başlıyor. Kıza kendisinin bir suikastçı olduğunu, onunla geldiği taktirde tehlikede olacağını anlatmaya çalışıyor. Dubhe karşı çıkıyor ve adamdan kendisine suikastçılığı öğretmesini istiyor. Onun gibi olmak istiyor. Adam önce ona Gece Topraklarını ve bu topraklarda bulunan Suikastçılar Loncası adında sapık bir tarikattan bahsediyor. Kendisinin de bu loncaya mensup olduğunu, fakat oradan kaçtığını açıklıyor. Kıza onu eğiteceğini ama asla kimseyi öldürmemesini tembih ediyor.
Hayatı boyunca babasından başka kimseyi sevmemiş olan küçük kız, Usta diye hitap ettiği bu adamın yanında becerikli bir hırsıza dönüşüyor. Fakat içten içe Usta’ya aşık olmaya başlıyor. Fakat adam kızı kendinden uzak tutuyor ve sonuç olarak da Suikastçılar Loncası’ndan gelen bir haberci tarafından öldürülüyor. Fakat haberci Usta’yı öldürmeden önce ondan kızı Lonca’ya vermesini, çünkü Dubhe’nin Ölümün Çocuğu olduğunu söylüyor. Usta bunu reddediyor ve ölmeden önce de Dubhe’ye Lonca’dan kaçabildiği kadar uzağa kaçmasını tembihliyor.
Dubhe söyleneni yapıyor. Bir kez daha kırık bir kalp ve yalnız başına yollara düşüyor. Güneş Toprakları’nın başşehri Makrat’ta hırsızlık yaparak geçimini sağlamaya çalışıyor ve kısa süre içinde ülkenin en ünlü hırsızı olup çıkıyor. Son olarak Kral Dohor’un sağ kolu olan bir komutan ona büyük miktar para karşılığında bir görev veriyor. Kız görevi başarıyla yerine getirse de, üzerinde Suikastçılar Loncası’nın işaretini taşıyan bir çocuğun attığı bir okla zehirleniyor. Kime sorduysa bu zehrin ne olduğunu öğrenemiyor ama ruhunda bazı değişiklikler olmaya başlıyor. Bazı günler kana susamış bir canavara dönüşüyor ve tek başına bir katliam yapıyor. Üstüne üstlük kolundaki yara izi bir dövme gibi yılana benzeyen bir şekle dönüşüyor. Ve Dubhe bunun Suikastçılar Loncası’nın sembolü olduğunu biliyor.
Sonunda yarı büyücü, yarı rahibe olan bir kadın kendisine atılan okun lanetli bir mühür taşıdığını açıklıyor. Mühür onun kanına karışmış ve içinde bir canavar oluşmasına neden olmuş. Rahibe, Dubhe’ye üzerindeki mührü kaldırmanın tek yolunun onu koyan kişiyi bulması olduğunu söylüyor.
Ve Dubhe, Usta’nın öğütlerini bir kenara atıp Suikastçılar Loncası’na doğru yola çıkıyor. Altı günlük bir yolculuğun ardından Lonca’nın bulunduğu Gece Topraklarına varıyor. Burası aynı zamanda Büyük Savaş sırasında Tiran’ın da yaşadığı yermiş. Halkı, geri kalan dünyanın adını unuttuğu bir tanrıya tapıyorlar. Halk arasında ona Kara Tanrı dense de Lonca ona Thenaar diye dua ediyor ve elflerin zamanından kalma bir tanrı olduğuna inanıyor. Arada sırada insanlar bu tapınağa dilekte bulunmaya geliyorlar, ama hepsi bu çarpık dinin kuralları insanca olmadığını ve sonunda dilekleri karşılığında Thenaar’ın kana susamışlığını gidermek için kurban edileceklerini biliyorlar. Thenaar’ın rahipleri onun kendi ırklarını yarattığına ve öteki tanrıların yarattığı ırkları yok etmenin gereklerine inanıyorlar. Bu yüzden kadın ya da çocuk herkesi öldürüyor ve suikastçılarını da geçmiş hayatlarında işledikleri cinayetlere göre değerlendiriyorlar.
Dubhe, üzerindeki ölümcül mührü kaldırmaları karşılığında onlar için çalışmayı ve bir suikastçı olmayı kabul ediyor. Burada Thenaar’ın kendisini daha doğmadan önce seçtiğini ve Ölümün Kızı olarak bellediğini öğreniyor.
Kurgusu:

Kitap iki ayrı zamanda devam ediyor. Bir tanesinde Dubhe’nin 17 yaşında usta bir hırsız olarak aldığı görevleri ve üzerine konulan lanetli mührü kaldırmak için Gece Toprakları’na gelişini okuyoruz. Diğerinde ise Dubhe’nin geçmişine gidiyoruz. Küçük bir kızken neden köyünden kovulduğunu, onu eğiten Usta’yla nasıl karşılaştığını öğreniyoruz.
Kitabın iki ayrı zamanda ilerlemesi bir karmaşa yaratmıyor. Bir yanda on yedi yaşında, sert mizaçlı, az konuşan ve içine kapanık bir kız varken, araya giren bölümlerde onun aslında öyle olmadığını, bir zamanlar hayat dolu ve kahkahalar atan bir çocuk olduğunu görmek okuyucuya umut veriyor. İki ayrı kurgu okuyucuyu, Dubhe’nin daha fazlasını hak ettiğine ve tüm bu yaşadıklarının bir anlamı olduğuna inanmaya zorluyor.
Bunun yanı sıra kitap zaman zaman kitabın yan karakteri, Sular Konsey'inden gelen büyücü çırağı Lonerin’e ve onun geçmişine de yer veriyor. Bu genç adamın ikinci kitapta daha fazla yer alacağı ve bir kahramana dönüşeceği kesin gibi görünüyor. Bir de hikayenin kötü adamı Yeshol var. Tapınaktaki kadim kütüphanelerin bir kopyası olarak yaptırdığı gizli odasında dünyanın dört bir yanından topladığı karanlık kitapları karıştıran ve Büyük Savaş’ın kötü kahramanı Aster’in ruhuna beden bulma arayışına giren bu adamın korkunç planları kitaba oldukça büyük ve karanlık bir gölge kazandırıyor.

Üzerimde Bıraktığı Duygu

Bu kitap baştan sona kanla alakalı. Bana nedense Leon filmini ve oradaki Mathilda karakterini hatırlattı.

Hayalet avına bir bilet


Yüreklere korku salan perili malikaneler, hayaletlerin kol gezdiği Ortaçağ kaleleri ve çığlık sesleriyle yankılanan yer altı tünelleri sizde korkuyla karışık bir merak uyandırıyorsa, gözlerinizi açın! Çünkü kabuslarınız gerçek oldu.

Şu bulutların ağır ve baygınlık verici bir basınçla apartmanların üzerine çöreklendiği güz aylarında karşımıza çıkan bayram tatilleri aklımızı karıştırır. Çünkü sonbahara rastlayan tatillerinin genelde gerçek dışı bir havası vardır. Tatilde ne yapacağımızı düşünürken pencerenin önündeki tülün sıyrılışındaki hüzün, bir şiirden alıntılanmış rasgele bir sözcük, ocakta demlenen çayın dumanı ya da gece köpeklerin havlaması aniden içimizde uyuyan bir kaynağa dokunabilir ve uzaklara, bilinmeyen bir yere gitme isteği uyandırabilir. Belki de bu yüzden bayram tatillerini bilmediğimiz ülkelere gitmek için kullanırız. Güz aylarında çıkılan tatillerin asıl mucizesiyse küçük bir peri masalı gibi insanı alıp bambaşka dünyalara götürme gücüdür. Ve şimdi bu iki fırsatı bir arada kullanmamızın mümkün olduğunu fark ediyoruz. Çünkü öyle görünüyor ki, Avrupa’nın bazı şehirlerindeki tur şirketleri de, en az bizim kadar mantıklı olmalarına rağmen, son on yıldır bu mucizeyi alıp muhteşem bir tatil fırsatına çevirmenin yolunu öğrenmişler. Buna Hayalet Turizmi deniyor ve Avrupa’nın sofistike şehirlerinin tüyler ürpertici karanlıklarında yaşayan hayaletlerin esrarengiz dünyasını ziyaret etmek isteyenlere hitap ediyor: Perili malikaneler, vahşi kaleler, hayaletlerin cirit attığı mezarlıklar, korkunç olayların yaşandığı tımarhaneler ve ıssız hapishaneler sizi bekliyor.
Ne derler? Korkunç şeyler korkunçlaşmadığı sürece sorun yok. Bu sene şöyle ölüm kadar karanlık ve hayaletler kadar donuk bir tatile ne dersiniz?

Avrupa’nın Arafı


Hayaletler içinde bulundukları halktan çıkıp gelirler. O kültürün parçalarıdır. Ama gene de bir şekilde dışlanmışlardır. Bunu en iyi Viktoryen dönemde yazılan edebiyat eserlerinde görürüz. Sanayi Devrimiyle birlikte kendini bir anda Ortaçağ’ın tanrısı ve teknolojinin modern makineleri arasında bulan adamın dışavurumudur hayalet. Ne içeridedir, ne de dışarıda. İnanç ve şüphe, din ve bilim, monarşi ve liberalizm arasında ait olduğu yeri bir tülü bulamaz. Arada kalmıştır. Araf’tadır.
Bu açıdan bakınca Avrupa’nın Arafı’nın Edinburgh şehri olduğunu söyleyebiliriz. İskoçya’nın başkenti Edinburgh yeraltındaki sokakları, hiçbir zaman söndürülmeyen sokak lambaları, organ ticareti yapılan köprüsü ve ceset simsarlarıyla dolu kanlı bir geçmişi temelleri altında saklıyor. Üzerleri kapatılan sokaklar yeraltında korunmuş ve hiç değişmemiş. Örneğin Mary King Sokağı yerin altında bulunuyor. İçinde çok sayıda ev var ve birçoğu 500 yıldan daha eski. Veba sırasında ölmeleri için yeraltındaki bu sokağa kapatılan insanların kederli ruhlarının hala burada dolaştığı söyleniyor. Hiçbir zaman söndürülmeyen sokak lambalarıyla burası kabuslardan fırlamış bir yeri andırıyor.
Zamanla kuzeydeki bataklıklara aristokratların yaşaması için yeni bir şehir kurulmuş. Edinburgh bir tarafı karanlık ve kokuşmuş, öteki tarafı zengin ve ferah olan iki zıt kutba bölünmüş. İki şehri birbirine bağlayan Güney Köprüsü ise zarif dükkanlarla çevrelenmiş. Fakat zamanla köprünün altındaki mahzenler kilitlenmiş ve 100 yıldan daha uzun bir süre boyunca unutulmuş. Mahzenlerde 120 oda var. Bazıları bunları ev olarak kullanıyormuş. Taverna ve genelev olarak kullanılanlar da varmış. Fakat hikayenin en korkunç kısmına daha gelmedik. Köprüdeki mahzenleri tıp okuluna bağlayan gizli bir tünel varmış. Peki, neden bu iki dünya birbirine bağlanmıştı dersiniz? Çünkü öğrencilerin kadavraya ihtiyacı vardı ve insanlar gruplar halinde mezarlardan ölüleri çıkarıp tıp okuluna satıyorlardı. Cesedi burun deliklerine taktıkları kancalarla mezardan çekip çıkarıyorlar, güney köprüsündeki mahzenleri ise cesetleri saklamak ve nakletmek için gizli bir yeraltı ağı olarak kullanıyorlardı. Bu tüyler ürpertici ticaretin kurbanları hala köprünün altındaki mahzenlerde dolaşıyor. Bu korkunç olaylar yıllar öncesinde kalmış olabilir ama onun yansıması olan hayaletler hala oralarda bir yerde saklanıyor.

Hayaletli bir tatil demişken…

Hayaletler dendiğinde ilk akla gelen şehirlerden biri de York. İngiltere’nin kuzey şehirlerinden biri olan York için, 140 hayaleti ve 500 perili mekanıyla Avrupa’nın en tekinsiz yeri denebilir. Bu şehirde hayalet avlamak hem büyük bir eğlence, hem de ciddi bir iş.
York’taki hayalet turlarından en ünlüsü ve en eskisi olan ‘Original Ghost Walk’, her akşam saat 8’de Ouse Nehri’nin kıyısındaki King’s Arms Pub’da başlıyor. Şehrin ihanetler ve zalimliklerle örülmüş mekanlarındaki, bazıları 2000 yıllık olan hayaletleri ziyarete götürüyor. Bunların arasında veba salgını sırasında üst katta bir odaya kapatılan ve ölüme terk edilen küçük kızın hayaleti, sadece çıplak kadınlara görünmeyi adet edinmiş George Villiers’in sapık hayaleti, St. Abbots Manastırında ikamet eden Kara Abbot’ın dehşet saçan hayaleti ve daha niceleri var. Fakat York’ta adından en çok söz ettiren hayaletli mekan Hazine Binası. 1953 yılında kazan dairesinde çalışan genç bir adam burada bir bölük Romalı asker gördüğünü iddia etmiş.
Daha farklı bir şeyler arayanlar ‘York Boat Ghost Cruise’ turuna katılıp Ouse Nehri’nin karanlık sularında hayalet avına çıkabilirler. Sonuçta York, hayalet avcılarını hayal kırıklığına uğratacak bir şehir değil.

Tabutunun tersinden kalkmak

Hayır, hayır. Binlerce galonluk hayır. Transilvanya dendiğinde aklınıza hemen vampirler gelmesin. Uygarlıkla barbarlığın arasındaki çekişmeden doğan Transilvanya’nın dehşet verici hikayelerini gotik şatoların hayaletlerinde de bulabiliriz. Poenari Kalesi hem Romanya’nın en turistik yerlerinden biri, hem de Kazıklı Voyvoda’nın yaşadığı yer. Alçak tavanlı zindanları, uzun ve dar koridorları, kasvetli kemerleri, rüzgarın boşluğunda üfürdüğü rutubetli ve gizli mağaralarıyla insana böyle karanlık bir yerde sadece aklın almayacağı zalimlikler yapan insanların yaşamış olacağını düşünüyor. Dehşet kalenin yıkılmış kulelerinin üzerine çökmüş ziyaretçileri bekliyor. Karpat dağları üzerindeki bu Ortaçağ şatosu karanlık köşelerinde beliriveren hayaletleriyle ünlü. Bunlardan biri de Kazıklı Voyvoda’nın karısı. Genç kadın Osmanlıya esir düşmemek için kendini kalenin burçlarından aşağı bırakmış. Kazıklının sevgili karısının hayaleti, Transilvanya Alplerinin sisli doruklarına bakan o derin uçurumun dibinde hala kocasının gelip kendisini kurtarmasını bekliyor.
Braşov’daki Bran Şatosu ise hem ülkenin en turistik yeri, hem de Bram Stoker’ı Drakula’yı yazmadan önce etkileyen yerlerden biri. Güney Karpat dağları üzerindeki bu Ortaçağ şatosu loş odalarını mesken tutmuş hayaletleriyle nam salmış. Şatodan çıkarken titremek ise sadece korkunun yan etkisi.

Bana korkularını söyle, sana tatilini söyleyeyim

Ne de olsa bir zamanlar hepimiz çocuktuk. Uykudan önce masallar dinler ve karanlıktan korkmamaya çalışırdık. Aslında Kırmızı Başlıklı Kız’dan ya da Uyuyan Güzel’den hiçbir farkımız yok. Hepimizin içinde esrarengiz şeyleri merak eden bir çocuk yaşıyor, karanlık ormanın derinlerinde veya kasvetli şatonun yıllardır kapalı kalmış odalarında neler olduğunu merak edip duruyor. İşte dünya üzerinde hala gizemini koruyan yerlerden bazıları:
Chillingham Kalesi (Northumberland, İngiltere): Kadın ve çocuklardan oluşan İskoç mahkumların ruhları hala kalenin zindanlarında dolaşıyor. Ayrıca gözünü kırpmadan mahkumları öldüren korkunç John Sage’in hayaletiyle Büyük Salon’da karşılaşanlar var.
Rasnov Hisarı (Rasnov, Transilvanya): Korku Kalesi olarak da bilinen hisar, 13’üncü yüzyılda Karpat Dağları’ndaki kayalık bir tepeye yapılmış. 1623’de burada esir tutulan iki Türk askeri serbest bırakılmaları karşılığında 146 metre derinliğinde bir kayanın üzerine kurulmuş olan kaleye bir su kuyusu açmayı kabul etmişler. Kuyuyu açmak 17 senelerini almış ve sonra neler olduğunu bilmiyoruz. Ama son yıllarda yapılan kazılarda kuyunun içinde insan kemikleri bulundu. Kale bölgede yaşayan halk tarafından uğursuz ve hayaletli kabul ediliyor. Muncaster Kalesi (Cumbria, İngiltere): Britanya’nın en hayaletli kalelerinden olan bu yer 1992 yılından beri bilim insanlarının aklını karıştırıyor. Nedensiz yere açılıp kapanan kapılar, koridorlarda dolaşan ayak sesleri ve kimse dokunmadığı halde dönen kapı tokmakları, 1200 yılında yapılan bu kalede bir hayaletin yaşadığının kanıtları.
Marco Polo’nun evi (Venedik): Yakın zamanda yapılan bir restorasyon sırasında evin tabanında Asyalı bir kadına ait olduğu düşünülen bir iskelete rastlanmış. Oryantal kıyafetlerle ve takılarla gömülen bu kadının başının üzerindeki değerli taçta kadının kimliğini ortaya seren bir arma varmış: Kubilay Han’ın imparatorluk arması. Polo’ya kalbini kaptırıp buralara kadar gelen güzel prensesin Kubilay Han’ın kızı olduğu düşünülüyor ve geceleri evini özleyen ölü prensesin şarkılarının tüm sokakta yankılandığı söyleniyor.
Lilova Sokağı (Prag, Eski Şehir): Prag’ın en karanlık sokaklarından bir olan Lilova’da her gece beyaz bir atın üzerinde başsız bir şövalye beliriyor. Şövalyenin üzerindeki kırmızı haçlı beyaz tunik onun bir Tapınak Şövalyesi olduğunun kanıtı. Söylentiye göre şövalyenin üzerindeki bu laneti ancak atı durdurup şövalyeyi kendi kılıcıyla öldüren kişi kaldırabilir. Kim bilir belki o kişi siz olabilirsiniz.
Londra Kulesi (Londra, İngiltere): İdamlar, cinayetler ve işkencelerle dolu uzun bir tarihi olan kulenin hayaletlerle dolup taşıyor olması şaşırtıcı değil. Buraya gidip de VIII. Henry’nin başını uçurttuğu karısı ve Kraliçe Elizabeth’in annesi Anne Boleyn’in başsız hayaletini görmeden dönmek olmaz.
Ballygally Kalesi (Ballygally Körfezi, İrlanda): Kocası James Shaw tarafından bir odaya kapatılıp ölüme terk edilen Leydi İsobel Shaw’un hayaletinin kapıları tıklatıp ortadan kaybolmak gibi bir huyu var. Oyun oynamayı seven bir hanımefendi olmalı.

Hayaletli Oteller

Kaleleri, hisarları, mezarlıkları, yeraltı tünellerini gezdiniz gördünüz. Şimdi de hayaletli bir malikanede geceyi geçirmek istiyorsunuz.
Grand Hotel Villa di Corliano (Terme, İtalya): Güzelliği dillere destan Teresa della Seta Boca Gaetani’nin hayaleti, bir zamanlar asilzadelerin yaşadığı bu otelin koridorlarında beliriyor. Hayalet arada sırada halıları yerinden oynatıyor, kapıları tıklatıyor ve pencereleri açıyor.
Littlecode House Hotel (Hungarford, Berkshire, İngiltere): 13’üncü yüzyıldan kalma bir malikaneden devşirilen otelin 188 odası var. Otelde bebeği alevlere atılarak öldürülen bir kadının hayaleti kol geziyor.
Moleswarth Arms Hotel (Cornwall, İngiltere): 16’inci yüzyıldan kalma bu otelde zaman zaman önünde başsız bir arabacının oturduğu ve dört atın çektiği bir arabanın hayaleti dolaşıyor.
Leslie Kalesi (Glaslough, İrlanda): Dublin’in hemen dışındaki bu kalenin Paul McCartney’le Heather Mills’in düğününe ev sahipliği etmesi olması dışında korkunç bir tarafı daha var. Leslie ailesinin hayatını kaybeden üyeleri, kaleyi inatla terk etmeme gibi bir huy edinmişler. Hatta köpeklerinin ruhları bile kalede yaşamaya devam ediyor.


Hayalet avcıları için öneriler
Hayalet avına asla yalnız çıkmayın. Ruh sağlığınız için yanınıza bir arkadaş alın
Çantanızda video kamera ya da fotoğraf makinesi bulundurun. Hepsinin şarjının dolu olmasına dikkat edin. Yedek pil götürmenizde fayda var. Hayaletlerin şarjı emdikleri ve çabuk bitmesine yol açtıkları söyleniyor.
Hayaletli olduğu söylenen mekana adım atar atmaz deliler gibi fotoğraf çekmeye başlamayın. Hayalete size alışması için biraz zaman tanıyın.
Girdiğiniz mekanı iyi tanıyın. Hava kararmadan önce içeriye girip etrafı gezin
Bu bir oyun değil. Hayaletlere yaşayanlara gösterdiğiniz saygıyı gösterin.
Yanınıza defter kalem alın ve yaşanan olayları not edin. Önce tarihi ve hava durumunu yazmanızda yarar var. Her türlü tuhaf olayı, garip sesleri, görüntüleri ve hissettiğiniz duyguları not edin.
Korktuğunuzu belli etmeyin. Kötü niyetli hayaletler korkuyla beslenir.

Hayaletli bir mekanda olduğunuzun belirtileri
Hava sıcaklığında ani bir düşüş
Kaynağı belirsiz gölgeler
İzlendiğini hissetme
Vücudun her hangi bir yerinde (genelde kollar) yanma hissi
Yüzünüze dokunuluyormuş gibi hafif bir his
Kıyafetlerini çekiştiriliyormuş gibi ağırlaşması

Vampirler İçin Son Çağrı


Alacakaranlık, True Blood ve Buffy. Üçü de son zamanlarda yapılmış kitaplar, filmler ve televizyon dizileri. Ama ortak bir noktaları var: Vampirler!

Ölüler yeniden canlanıyor ve kan sel olup akıyor. Görünüşe göre popüler kültür de bu sele kapılıp gidiyor. Vampirler nasıl kana susamışsa, son günlerde insanlar da vampirlere susamış bir haldeler. Peki, vampirlerin nesi var da, insanlar onlar için böyle deliye dönüyor? Herhalde topraktaki solucanları yakından tanıyor olmaları değil. Peki, asla yaşlanmamaları olabilir mi? Yoksa karşı konulmaz cinsel cazibeleri mi? Ya bir şatoda yaşıyor olmaları veya gece hayatını seviyor olmaları? Yoksa ortada çok daha ilkel bir şeyler mi dönüyor? Bir düşünün; vampirler en temel iki açlığa birden cevap veriyorlar: yemek ve seks.
Bu konuyu açmadan önce zamanda biraz geriye dönelim: 1930’lar vampir filmlerinin altın çağıydı. Başrolünde Brois Karloff ve Bela Lugosi’nin oynadığı filmler ABD’yi vuran ekonomik krizin ve korkuların ürünüydü. Vampir filmlerinin ikinci altın çağı 1950’lerdi. Onlar da nükleer tehdit ve McCarthy korkusuyla yapılmışlardı. İşte yine bir ekonomik ve sosyal kriz dönemindeyiz. Tüm köşe başları vampirler tarafından kapılmış durumda. Ve filmlerle kitaplar sosyal korkuların şeytanlarını çıkarmanın tek yolu.

Vampirlerin son durağı
Fakat insan gelmiş geçmiş bütün o şehvetli, baştan çıkartıcı ve tehlikeli vampirleri düşündüğünde son dönemde büyük bir sansasyon yaratan ‘Alacaranlık’ serisini anlamakta güçlük çekiyor. Rahatsız edecek derecede eski moda bir aşkı konu aldığı için ‘Alacakaranlık’ serisinin başarısı biraz kafa karıştırıcı. Çünkü bu kitap gençlere sunulan vampir hikayeleri arasında en muhafazakarlarından biri. Bunda bir gece gördüğü rüyadan sonra bir kitap yazmaya karar veren dinine bağlı bir ev kadının payı büyük.
Bu ev kadının adı Stephenie Meyer, bir başka deyişle, ‘yeni J.K. Rowling’. Daha önce yaratıcılığını Cadılar Bayramı için kostümler tasarlayarak kullanan 34 yaşındaki Bayan Meyer gördüğü bir rüyadan sonra Alacakaranlık serisini yazmaya başlıyor ve o gün bu gündür kitap listelerinin başköşesine tahtını kuruyor. Neredeyse yeni neslin tümü için bu vampir kitapları büyük bir olaya dönüşüyor.
Oysaki Stephenie Meyer’in oldukça sıradan bir hayatı var. Mormon tarikatının inançlarına bağlı olduğu için alkol, sigara kullanmıyor ve her türlü bağımlılıktan uzak duruyor. Onun bu inançları kitabının başkahramanlarından olan 17 yaşındaki vampir Edward Cullen ve ailesinde vücut buluyor. Cullen’lar ahlaki inançlarına uymadığı için insan kanı içmiyorlar ve karınlarını doyurmak için geceleri hayvan avına çıkıyorlar. Bu tema Stephenie Meyer’in kitaplarının ana konusunu oluşturuyor. Bunun kendi vampirlerinin metaforu olduğunu söylüyor. Diyor ki, “Hayatta bir yere sıkışıp kalmak önemli değildir. Her zaman başka bir seçim hakkın daha vardır. Her zaman farklı bir yola sapabilirsin.”

Ölü olabilirim ama hala çok havalıyım!
Vampirlerin de bir seçim hakkın vardır. Ama elbette her şey bir gecede olmadı. Önce sahneye Anne Rice ve onun kitaplarındaki Byron’ın şiirlerini andıran vampirler teşrif etti. Bu kitapları başrolünde Kiefer Sutherland’in oynadığı ve Billy Idol’ın punk şarkılarından fırlamış gibi duran ‘Kayıp Çocuklar’ filmi takip etti. Fakat 1997 yılında Joss Whedon’ın Buffy’si bir televizyon olayına dönüşmeden önce genç kızlar vampirlerin büyüsüne tam olarak kapılmış sayılmazlardı. Buffy daha önceki korku filmlerinde arka sokaklarda öldürülen bütün sarışın kızların intikamıydı. Buffy’nin asıl amacı kafamıza kazınan bu örneği tersine çevirmekti. Bir kurbandan bir kahraman yaratmaktı.
Ergenlik iyi bir kitap konusudur ama sadece arka kapağını okumak bile yeter, diyenlerdenseniz bu dizi sizi şaşkına çevirebilir. Çünkü insan diziyi seyrederken “Vay! Ergenlerin yaşamının bu kadar dolu olduğunu bilmiyordum,” diye düşünüyordu. Ama hormonlarınızın sesini dinleyin. On yedi yaşındayken her şey hayat memat meselesidir. Bir gece dışarı çıkmazsan dünyanın sonunun geleceğini düşünürsün. İşte Buffy’nin dünyasında bu korkular bire bir gerçekleşiyordu: fiziksel değişim ve kişilik değişimi bir vampir hikayesinin alt metnini oluşturuyordu. Bir erkek sizi bir kere elde ettikten sonra gerçekten bir canavara dönüşebiliyor ya da ebeveynler cadı olduğunu düşündükleri çocuklarını gerçekten kazığa bağlayıp yakmaya kalkabiliyorlardı. Ve işte size bir iyi bir de kötü bir haber. Önce iyi: Buffy’nin yeniden sinemaya aktarılması gündemde. Kötü: Filmde diziyi sevmemizi sağlayan kişileri göremeyeceğiz. Buffy’nin yaratıcısı Joss Whedon ve onu canlandıran Sarah Michelle Gellar olmayacak; Angel, Willow, Xander ve Spike da. Yani ortada yeni bir nesil için yaratılacak olan yeni bir avcı var.

Ben vampir oldum, sen tarih oldun!
Puslu ormanlar, gri gökyüzü, kadavrayı andıran oğlanlar ve korkudan beti benzi atmış kızlar. Stephenie Meyer’in çok satan serisinin ilk romanından uyarlanan ‘Alacakaranlık’ filmi sanki baştan sona bir cenaze töreninde geçiyor olsa da, Buffy gibi o da kazanan numara üzerine oynuyor: Ergenliğin karanlık yüzü.
‘Alacakaranlık’ın konusu gelenekselleşmiş iyi kız/kötü oğlan teması üzerine kurulu. Ama bu, Buffy’den sonraki vampir nesli için yaratılmış, yeni olduğu kadar da karanlık bir paket. Karanlık ama simlerle kaplı. Genç kızların çoğu kitabı ve filmi cümle cümle ve sahne sahne ezberlemiş olsa da, kısaca konusunu anlatmakta fayda var: 17 yaşında Bella Swan annesiyle yaşadığı güneşli Arizona’dan ayrılıp babasının yanına, yılın 360 günü yağmurlu geçen Washington eyaletindeki gözlerden ırak Forks kasabasına taşınıyor. Yeni başladığı okulda Transilvanya’dan gelen değişim öğrencileri gibi fazlasıyla solgun görünen ve ağızlarına tek lokma yemek koymayan bir grup gençle karşılaşıyor. Daha sonra bu gençlerin insanlar arasında yaşamayı seçmiş vampirler olduklarını ve insan kanı içmektense hayvanların kanını içmeyi tercih ettiklerini öğreniyor. Beklendiği gibi vampirlerden biri olan Edward ve Bella birbirlerine aşık oluyorlar. Ama Edward kontrolünü kaybedip kızı ısırmaktan korktuğu için ilişkileri hiçbir zaman bir sonraki aşamaya geçemiyor. Duygular o romantik ve sancılı anda asılı kalıyor.

Emo Tepeleri
Anlaşılan yokluğun cazibesi büyük bir genç kız kitlesinin (belki de çok da genç kız sayılmayacak bir kitlenin) uzun zamandır beklediği şeymiş. Bunda Edward’ı canlandıran İngiliz aktör Robert Pattison’ın Bizans fresklerindeki imparatorları andıran dolgun ve kırmızı dudaklarıyla kalın kaşlarının payı da büyük elbette.
Bir sahnede “Ya ben kahraman değilsem? Ya ben kötü adamsam?” diye soruyor Edward Cullen. Ondaki bu Emily Bronte romanlarından fırlamış gibi duran vahşi ve tehlikeli romantizm insanın başını döndürüyor. Her nasıl ‘Buffy’ Jane Eyre’in romanlarını andırıyor ise, ‘Alacakaranlık’ da Emily Bronte’nin ‘Uğultulu Tepeler’ romanını hatırlatıyor,. Zaten son günlerde ‘Uğultulu Tepeler’in satışlarını ikiye katlamış olması da tesadüf değil.
Burada biraz durup bunun nedenin incelemekte fayda var. Çünkü bana kalırsa ‘Alacakaranlık’ın başarı sağlamasının arkasında büyük bir müzik ve moda akımı yatıyor: Emo kültürü. Punk akımı gibi Emo da “kalbi kırık erkeğin estetiği”ni vurguluyor. Daracık pantolonlar, yüze inen saçlar, siyah kıyafetler, hüzünlü bakışlar ve kadın korkusu: İnsan bu sıfatlardan bir erkek yarattığında karşısındakinin Edward olduğunu anlamakta güçlük çekmiyor.

Seninle kötü bir şeyler yapmak istiyorum
‘Alacaranlık’ günaha davet eden bir elma fotoğrafı, birkaç öpücük ve içinde her şeyden daha fazla erotizm barındıran birkaç cümleden ileri gitmemiş olsa da, etrafta hala vampirlerin şehvetini barındıran birkaç iyi örnek var. ‘True Blood’ (Doğru Kan) bunlardan biri. True Blood konusunu Charlaine Harris’in yazdığı ‘Güney Vampiri Gizemleri’ serisinden alan bir televizyon dizisi. Seyirci kitlesini yirmili yaşlarını sürenler oluşturuyor ve bir şehirli fantezisi sunuyor. Her şey vampirliğin bir hastalık kabul edildiği ve vampirlerin gazete haberi olduğu alternatif bir dünyada geçiyor. Vampirler mecliste temsil ediliyorlar ve marketlerde satılan sentetik kanlardan içiyorlar
Bu rolle Drama dalında Golden Globe kazanan Anna Paquin, Sookie Stackhouse adında ABD’nin güneyindeki Louisinana eyaletinin derinliklerinde yaşayan ve telepati yeteneği olan bir garsonu canlandırıyor. Hayatı boyunca yaşadığı küçük kasabaya bir vampirin teşrif etmesini bekleyen genç kızın hayalleri bir gece gerçek oluyor ve çalıştığı ufak lokantanın kapısında Bill Compton adında bir vampir giriyor. Bill tamı tamına 173 yaşında ve Amerikan İç Savaşı’nda bile savaşmış. Görmüş geçirmiş biri olmasına rağmen sevdiği herkes tarafından terk edildiği için kalbinin derinliklerinde korkmuş küçük bir çocuk saklıyor.
‘Sopranos’ ve ‘Sex and the City’den sonra en popüler dizilerden biri olan ‘True Blood’ vampirlik teması üzerinden kefaret ve bağışlanma kavramlarını keşfe çıkıyor. Biraz gizemli, biraz fantastik, biraz erotik ve biraz da komik olan dizinin görüntüleri hayal gücünün en vahşi parçalarını barındırıyor. Bize ‘Alacakanlık’ta mahrum kaldığımız romantizmin içinde hala büyük bir hayat ve büyük bir ölüm yattığını gösteriyor.

Sürtük geri döndü
İnsanı diken üstünde tutan beş para etmez canavar filmlerine hastaysanız Jennifer’s Body (Jennifer’in Vücudu) tam size göre. Filmin senaryosunu geçen sene ‘Juno’yla Oscar kazanan Diablo Cody yazmış. Issız yerlerde kendisiyle çıkmak isteyen oğlanların kanını emen Jennifer’ı dünyanın en seksi kızlarından Megan Fox canlandırıyor. Jennifer gündüzleri lisenin en popüler kızı ve amigo kızların başıyken, geceleri bir çakmakla dilinin ucunu kömürleştirecek kadar deli ve aşk sarhoşu oğlanları parçalara ayıracak kadar kana susamış bir canavar. Bir başka deyişle Emo erkeklerin korkulu rüyası.
Filmin 80’lerin rock ve pop şarkılarına yer veren albümü müthiş. Sonuçta meleklerin kanatları varsa, şeytanların da insanın ayaklarını yerden kesen şarkıları var.

Sentetik zevkler
Görünüşe göre önümüzdeki gülerde vampirli filmler, kitaplar ve televizyon dizileri gözü dönmüş bir şekilde yolumuzu kesmeye devam edecek. Bunların arasında oldukça kalitelileri de var. Mesela İsveçli yönetmen Tomas Alfredson’un, 12 yaşında sürekli itilip kakılan bir çocuğun hayatta kalmak için kan içmesi gereken bir kıza olan aşkını anlattığı Let the Right One In (Doğru Kişiyi İçeri Al). Filmin yeni versiyonunun ‘Lost’ dizisiyle kasıp kavuran yapımcı J.J.Abrams tarafından çekilmesi de gündemde.
Bir başka vampir filmi Koreli Chan-Wook Park’ın ‘Thirst’ (Susuzluk) adlı eseri. Bir rahibin yanlış bir tıbbi deney sonucunda vampire dönüşmesinin anlatıldığı film, geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde jüri özel ödülü kazanmıştı.
Kitap cephesinde de bir yenilik var. ‘Pan’ın Labirenti’ ve ‘Hellboy’ filmlerinin yönetmeni Guillermo Del Toro da vampirlerle ilgili bir kitap serisi yazıyor. New York’ta insanları vampire dönüştüren bir virüs salgınını anlatan üç kitaplık bir seri bu yaz çıkacak ve anlaşılan Meyer’in tahtını zangır zangır sallayacak.

İşte vampirlere susadıysanız şimdilik bunlarla idare edebilirsiniz. Çünkü Bob Dylan’ın sözleriyle; “Buranın ötesinde hiçlik yatıyor. Ay ve yıldızlardan başka bir şey yok.”

14 damardeşen vampir
Stefan Salvatore (Vampire Diaries): Paul Wesley
Edward Cullen (Twilight): Robert Pattison
Bill Compton (True Blood): Stephen Moyer
Lestat De Lioncourt (Vampirle Görüşme): Tom Cruise
Angel (Buffy the Vampire Slayer): David Boreanaz
Selene(Underworld): Kate Beckinsale
Dracula (Bram Storker’s Dracula): Gary Oldman
Count Craf Orlock (Nosferatu) Max Schreck
Blade (Blade): Wesley Snipes
Akasha (Queen of the Damned): Aaliyah
Santanico Pandemonium (Günbatımından Şafağa) Salma Hayek
David (Kayıp Çocuklar) Kiefer Sutherland
Kont (Susam Sokağı)
Miriam Blaylock (Açlık) Catherine Daneuve

Coco Chanel’den Önce -- Coco Avant Chanel


Makaslar, sigaralar ve Coco

Küçük siyah elbiseler, korsesiz kıyafetler, sade şapkalar ve erkeksi kesimleri olan etek/ceket takımların hayalini kuran genç Coco’nun hikayesi, bir moda ikonunun ardında yatan isyanla ve aşkla dolu yılları anlatıyor

Marilyn Monroe gibi siz de yatakta Chanel No:5’den başka bir şey giymem diyorsanız bu filmle aranıza hiçbir şey giremez. Çünkü Anne Fontaine’in yönettiği ‘Coco Chanel’den Önce’ moda efsanesi Chanel’in geçmişine inen ve dehasının ardında yatan hayatı anlatan şu heyecan verici filmlerden biri. Tıpkı Edith Piaf’ın hayatını anlatan ‘Sokak Serçesi’ gibi Coco Chanel’in hikayesi de paçavraların içinden çıkıp moda dünyasının tepesine tırmanan bir kadının gücünü ve isyanını konu alıyor. Karşınızdaki bu kadının Picasso’ların, Stravinsky’lerin ve Dietrich’lerin yaşadığı bir dönemde şairlerin, ressamların ve müzisyenlerin yöntemlerini kullanarak, en önemlisi de baş kaldırarak moda dünyasına yeni bir yön vermesine hayran kalmamak elde değil. Ancak ‘Sokak Serçesi’nin aksine bu film Coco’nun profesyonel hayatındansa aşk hayatına odaklandığı için ne yazık ki fakir bir kızın bir efsaneye dönüşmesini iliklerimize kadar hissetmemizi sağlayacak o muhteşem macera hissinden ve dehadan yoksun kalıyoruz. Ama olsun, çünkü filmin alımlı sahneleri ve Audrey Tautou’nun oğlan çocuğu cazibesi insanı Art Deco şişesinde bir sıvı altın olan Chanel No:5 gibi alıp bambaşka dünyalara götürmeyi başarıyor.

Ekmek kırıntıları
Film hayata Gabrielle olarak başlayan yetim bir kızın nasıl Coco Chanel olduğunu anlamamıza yardım eden ipuçlarıyla bezenmiş. Evlerinin yolunu kaybetmemek için artlarına ekmek kırıntıları serpen masal kahramanları gibi biz de Coco Chanel efsanesine giden yolda filmin bize sunduğu ekmek kırıntılarını kolayca toplayabiliyoruz. Örneğin filmin başlangıcında Coco Chanel’in hayata Gabrielle adında fakir bir kız olarak başladığını öğreniyoruz. 1893 yılında on yaşındayken annesini kaybediyor ve babası tarafından bir yetimhaneye terk ediliyor. Fakat burada gördüğü rahibelerin uzun, beyaz başörtülerini hemen aklının bir köşesine yazıyor. Onun bu hatırayı yıllar sonra kıyafetlerinde kullanacağını hemen hissedebiliyorsunuz. İster inanın, ister inanmayın ama yetimhanedeki çocukların sade ve basit kıyafetleri bile pahalı Chanel markasının esin kaynaklarından biri. Filmin ‘Chanel’den Önce Coco’ anlamına gelen Fransızca isminin aksine onun Coco olmadan önce bile bir Chanel olduğu çok açık. Babasının söz verdiği halde geri gelip onu yetimhaneden almamasının da küçük kızı hayal kırıklığına uğrattığını ve bunun onu sertleştirdiğini anlamak güç değil.

Kesik kravat

Buradan on beş yıl sonrasına atlıyoruz. Gabrielle boğaz tokluğuna bir kabarede kız kardeşi Adrienne’le (Marie Gillain) şarkı söylüyor ve sonraki yıllarda üzerine yapışacak olan Coco ismini söylediği ‘Coco at Trocadero’ adlı şarkıdan alıyor. Onun bir Piaf olmadığı kesin, ama gene de onun hırçın ve kendine hakim kadın tavırlarının öne çıkan bir güzelliği var. Kabare hayatının süslü püslü kıyafetlerinden ve cafcaflı renklerinden asla hoşlanmıyor. Ama Coco her zaman nefret ettiği her şeyin sevebileceği bir zıttı olabileceğini de o zaman fark ediyor.
Bu kabarede Etienne Balsan adında bir milyonerle tanışıyor. Mösyö Balsan filmin en etkileyici karakterlerinden biri ve o dönemin zevk peşinde koşan zengin mirasyedilerine iyi bir örnek oluşturuyor. “Aşk perimasalarındaki canavardır,” diyen Etienne’in Coco’ya duyduğu ilgi kendisini bile şaşırtsa da, kısa zaman sonra Coco soluğu Etienne’in Paris dışındaki şatosunda alarak onunla beraber yaşamaya başlıyor.
Artık herkesin Coco diye çağırdığı Gabrielle uçsuz bucaksız kırların ortasındaki bu şatoda günlerini dudağından sarkan bir sigarayla yatakta kitap okuyarak ya da ata binerek geçiriyor. Erkek kıyafetlerini giymeye de ata binme vesilesiyle başlıyor. Bütün kadınlar upuzun etekleri yüzünden ata yandan oturmak zorunda kalırken, o Balsan’ın kıyafetlerini kullanarak kendisine bir pantolon dikiyor ve bir oğlan çocuğu gibi gözükmesine aldırmayarak özgürce ata biniyor. Filmin bu sahnesinde Chanel kıyafetlerinin ana unsurlarından biri olan o erkeksi özgürlüğü hissediyorsunuz ve bir kez daha bu ikon kırıcı kadına hayran kalıyorsunuz.

Balıkçı kazakları

Aynı dönemde Balsan’ın arkadaşlarından biri olan sanayici ve polo oyuncusu İngiliz Boy Capel’le tanışıyor. Coco’nun isyankar tavırlarından hoşlanan Capel iyi huylu bir kedi gibi mırıldanarak Balsan’a, “Onu birkaç günlüğüne bana ödünç verir misin?” diye soruyor ve Coco’yu hafta sonu için Fransız sosyetesinin takıldığı sahil kasabası Deauville’e götürüyor. Deauville Coco’nun hayatında önemli bir yere sahip. Mürekkep karası gözleriyle seyre dalan Coco, “Bu denizi ilk görüşüm,” diye bağırıyor. Sonra gözüne bir şey takılıyor. Kumsalda birkaç balıkçı ağlarını çekiyorlar. Ve üzerlerindeki o kazaklar! İşte o anda Coco Chanel’in aklında bir ampul yanıyor. Erkeksi basitliğin şıklığı! İşte bu!

Dudaktan sarkan sigara

Film bu gibi Coco Chanel’in sanatına yön veren ipuçlarıyla –ki bunlardan biri onu ünlü yapan küçük siyah elbiseleri - devam ediyor. Başına buyruk bir kadın olduğu için işe şapka yaparak başlaması bir bakıma oldukça mantıklı görünüyor. Ardından kıyafet tasarımları geliyor. Kadınların masanın üzerindeki abajurlar, ya da pastanın üzerindeki krema tabakası gibi bir dekoratif unsur olarak görüldüğü yıllarda kadın ve erkek kıyafetlerini birbirine karıştırıp yarattığı moda akımı bugün bile modernliğini koruyor. Son sahnelerden birinde onu dudaklarından sarkan bir sigarayla modellerden birinin üzerindeki elbiseyi düzeltirken görüyoruz. O dumanın ardında ne görüyor olabilir? İnsan o dumanın Chanel kıyafetlerinin ruhu olduğunu düşünmeden edemiyor. Ve Coco elindeki makasla o dumanı kesiyor, biçiyor, dikiyor…

Zaman Kapısı -- Ulysses Moore Serisi




Dalgaların üzerindeki yansımalar, gölgeler, deniz fenerinin ışığında bir görünüp bir kaybolan hayalet gemiler, ağlayan kayalar. Denizin kıyısına kurulmuş her şehrin bu tür bir tekinsizliği vardır, ve denizcinin her hikayesinde tekrar tekrar anlatılır. Bir de bu hikayeye kayalıkların üzerine kurulmuş, yüzlerce kilitli odası olan bir malikane ve dolapların arkasındaki gizli kapılar eklendi mi atmosferin gizemi sisli bir gece gibi tüm hikayeyi sarar.
Oysaki Julia ve Jason Covenant, Madame Tussaud Müzesi’nde gizemin mumyalandığını Piccadilly Circus’un ışıkları altında ticarileştirildiğini görmüş ve Big Ben’in şaşmaz temposunda saatlerini bu zamana ayarlamış ikiz kardeşlerdir. Fakat yeni taşındıkları Villa Argo dünyanın geri kalan kısmından soyutlanmış, hızlı Internet’in bile kullanılmadığı sadece göğün ve denizin mavisiyle çevrelenmiş eski bir malikanedir. Druid efsaneleri ve hayalet gemi öyküleriyle dolu Kilmore Cove adlı bir kasabanın dışına kurulmuştur. Deniz kenarındaki bütün malikaneler gibi puslu ve gizemli bir havası, hakkında çözülmesi gereken bilmeceleri, her köşede saklanmış hayaletleri vardır. Başta küçük kasaba şehirli bu iki çocuk için sıkıcı gelebilir ancak çocuklar fırtına sırasında kayalıkların tepesindeki bu malikanenin bir odasında ellerinde deşifre edilmesi gereken bir mesajla karanlıkta kaldıklarında Kilmore Cove’un hç de sıkıcı bir yer olmadığını, korkmaları gereken en son şeyin sıkılmak olduğunu anlayacaklardır.
Julia ve Jason, anne babalarının şehir dışına çıktıkları yağmurlu bir gün kasabadan kızıl saçlı bir çocuk olan Rick’le beraber malikanenin gizemini çözmeye başlarlar. Bilmeceler bilmeceleri izler, açılan her kapı başka bir kapıyı işaret eder. Bilgisayar oyunu karakterleri gibi, harita çıkartmak için kağıt kalem, Unutulmuş Diller Sözlüğü, çevirisi yapılmış hiyerogliflerden oluşan bir parşömen, üzerine hayvan şekilleri işlenmiş dört adet anahtar ve malikanenin eski sahibi ve kitabın yazarı Ullysses Moore’a ait bir günlükten oluşan çok stilize bir envanter listeleri vardır. Ve gene bir bilgisayar oyunu kahramanları gibi ayrı ayrı becerilere sahiplerdir: Rick grubun gücü, Julia bilinci, Jason ise yeteneğidir.
Dört özel anahtarı kullanarak dolabın arkasındaki kapıdan geçerler, şifreleri çözerek karanlık dehlizlerde ilerlerler, unutulmuş dillerle yazılmış parşömenleri okur, uçurumların üzerinden atlarlar. Onlara maceralarında Villa Argo’nun bahçıvanı Nestor ve “Denizden Kurtarılmış İyi Kitaplar” kitabevinin sahibi Bayan Calypso da yardım eder. Şanslıdırlar çünkü diğer milyonlarca çocuk gibi apartman dairelerinde bilgisayar oyunu oynamak yerine bir zamanlar Ullysses Moore’a ait kayıp bir geminin peşine düşmüşlerdir. Kayalıkların içindeki karanlık koridorlardan inerek eskiden druidlerin kullandığı bir mağarada gemiyi bulurlar. Bu, kutsal ve büyülü bir gemidir. Sizi istediğiniz limana götürebilir. Çocuklar Nefertiti’ye gitmek isterler ve Tuthankamon’un hazinelerine. Böylece ilk kitapta rüya limanlarına doğru yelkenlerini açarlar.
İnce ince işlenmiş, çok görsel ayrıntılara sahip ve her bir ayrıntının arkasında bilmeceler gizleyen bir kitap. Okuyucuyla kusursuz bir iletişimi var. Zaman zaman, yazarının aslında kitabın içinde bir kahraman olması, yayınevinin kitabın gelecek bölümleri hakkında hiçbir şey bilmemesi gibi durumları kullanarak kitabın gerçek olup olmadığı konusunda şüpheye düşmenizi bile sağlıyor. Çocukları heyecanlandıracak kadar gizemli, adeta bir mum ışığında ilerleyen loş ama çok etkileyici bir görselliğe sahip. Ayrıca içine girip çıkılmayacak bir hızı var.

22 Şubat 2010 Pazartesi

Enid Blyton: Gizli Yediler




Enid Blyton’un Gizli Yediler serisinin konusunu, ağaç evde yapılan gizli kulüp toplantıları, parolalar, yakaya takılan rozetler ve kırsal İngiltere’nin çocuksu ve saf ortamında geçen macera ve dedektiflik öyküleri oluşturur. Serideki kitaplar, çok iyi birer edebiyat örneği olmasalar da konuları itibariyle çocukları hemen sarıp sarmalayacak renkli bir aksiyona sahiptirler. Kesintisiz devam eden macera boyunca, hayaletli şatolar, sirkler, lunaparklar gibi renkli ve ilginç yerlerde süren aksiyonun hızı hiç kesilmez ve hikaye okuyucuya olabildiğine eğleneceği bir şekilde anlatılır.


Gizli Yediler Kulübünün üyeleri Peter, Janet, Pam, Colin, George, Barbara, Jack ve yediye dahil olmayan köpek Scamper’dır. Bu yedi çocuk kendilerinin zehir hafiyeler olduklarını hayal edip parolaları ve rozetleriyle gizli bir kulüp kurmuşlardır. İngiltere’nin kırsal ortamında bisikletlerine atlayıp özgürce gezinirler, eski şatoların duvarlarının arasında oyunlar oynarlar, ve dışarıda birileri kötülük peşinde olduğunda onu durduracak bir numaralı kahramanlar olduklarını her fırsatta kanıtlarlar.


Serinin bu ikinci kitabında çocuklar, Lady Lucy Thomas’ın çalınan inci kolyesinin peşine düşerler. İnci kolye çocukların kovboy-kızılderili oyunu oynadıkları Milton malikanesinden çalınmıştır ve hırsızlığın olduğu gün Peter ve Colin bahçe duvarından atlayıp kaçan bir adamın siluetini görmüşlerdir. Dahası ellerinde, adamın başında hafif bir kellik olduğu, dallara takılmış mavi üzerine kırmızı çizgili bir yün parçasından üzerindeki giysinin nasıl olduğu gibi ip uçları da vardır. Ayrıca bahçe duvarının etrafındaki çamurlu toprak üzerinde tuhaf denecek kadar fazla, yuvarlak izler bulmuşlardır. Bu duvara ancak bir akrobatın tırmanabileceğini düşünen çocuklar kasabaya yeni gelen sirki bir ziyaret etmenin doğru olacağını düşünüp bisikletlerine atlar ve kaotik sirk ortamında hırsızın peşine düşerler. Kayıp parçaları yerlerine yerleştirmeleri ve bir puzzle sahnesi gibi masaya açtıkları olayı oyunvari bir şekilde çözmeleri uzun sürmez. Hırsız, sopalar üzerinde yürüyerek akrobasi yapan Louis’dir.


Küçükler için yazılmış bir Agatha Christie gizemi sayılabilecek bu öykü ve serinin öteki öyküleri tehlike ve macerayla sarmalanmış oldukça etkileyici bir dedektiflik havasına sahipler. Evden ve yaşadığı sokaktan ayrılmayan, bisikletine atlayıp maceradan maceraya koşma şansı olmayan ve muhtemelen çok sıkılan şehirli çocuklar için bir kaçış dünyası niteliğindeler. Ayrıca suçluyu çocukların yakalıyor olması, büyüklerden tek bir yardım bile almayıp tehlikeleri kendi başlarına atlatıyor olmaları, kitabı okuyan çocuğu güçlendirecek ve onun çocuk dünyasını daha da genişletecektir.


Olumsuz tek bir yönü var o da çocukların yedisinin de –kızların kız gibi, erkeklerin de erkek gibi davrandıkları durumlar hariç- yedisinden ayırt edilmemesi. Arada bir kulübün başkanı olmasıyla öne çıkan Peter dışında hiçbirinin belirleyici bir kişilik özelliği yok. Buna rağmen kitapları, kendisini ve arkadaşlarını düşünerek okuyan bir çocuk için pek de önemli bir sorun sayılmaz. Sonuçta serideki kitaplar öyle bir aksiyonla donatılmışlar ki, “hangi çocuk gizli kulüplerden, ağaç evlerden, parolalardan hoşlanmaz ki,” demekten başka bir şey kalmıyor geriye.

Enid Blyton: Afacan Beşler





Batık gemiler, ıssız adalar, terk edilmiş şatolar, yıkık kaleler, ve en basitinden ağaç evler çocukların ilgisini çeker. Bunun nedeni, çocukların, yetişkinlerden ayrılıp kendi başlarına hareket etme ihtiyaçlarıyla açıklanabilir. Enid Blyton’un da çocuklara romanlarında verdiği en büyük özgürlük budur. Onun kitaplarında çocuklar bisikletlerine atlayıp günlerce evden uzakta kalabilirler, anneleri de onlara mutlulukla el sallamadan önce yolda yesinler diye içlerinde salamlı, yumurtalı sandviçler, çikolatalı kekler, kök birası ve limonata olan dev gibi piknik sepetleri hazırlamayı unutmaz.



Okul çıkışı ağaç evde toplanıp maceraya atılan Gizli Yediler’in aksine Afacan Beşler maceralarını yaz ve kış tatillerinde yaşarlar. Bu yüzden öyküye suçun çözülüp suçlunun yakalanmasının yanı sıra bir de yeni yerlerin keşfi, yeni insanlar ve daha büyük bir macera eklenir. Blyton’un dünyaları korunaklı, eğlenceli ve çocukların kolaylıkla iyiyle kötüyü ayırt edebilecekleri dünyalardır. Bir başka değişle, onun dünyalarının gerçek hayatla alakası yoktur.



Afacan Beşler; Julian, Dick ve Anne adlı 12 ile10 yaşları arasındaki üç kardeş ve onların 11 yaşındaki kuzenleri Georgina’dan oluşur. Ancak Georgina bir tomboy olduğu için kendisine George denilmesini tercih etmektedir. Kimilerine göre Enid Blyton’un en başarılı olduğu seri Afacan Beşler’dir. Karakterler daha belirgin, psikolojileri daha ortadadır. Aralarında kendisine Georgina denildiğinde küsüp giden bir üyeleri bile vardır.



Five on a Treasure Island, 21 kitaplık serinin ilk kitabı. Bu bölümde çocuklar yaz tatillerini geçirmek üzere amcaları ve kuzenleri George’un yanına Kirrin Koyu’ndaki 300 yıllık büyük taş eve giderler. Başta ters ve tuhaf bir çocuk olan George’la anlaşamasalar da zamanla birbirlerine alışırlar ve beraberce denize girip lezzetli yiyecekler yiyerek günlerini gün ederler. Koyun karşısındaki ıssız adaya çıkmaları, adanın yakınındaki batık geminin esrarını çözmeleri ve ıssız adadaki yıkık kalenin altında uzanan tünelleri gösteren bir harita bulmaları fazla zamanlarını almayacaktır. Kemerli girişleri, yerle bir olmuş kuleleri, yıkılmış duvarlarıyla hala gururlu bir şekilde yükselen kalenin zindanlara açılan tünellerinin ardında bir define gizlidir. Çocuklar evden hafta sonunu adada geçirmek için izin alırlar. Yiyecek, içecek, kürek, ip, el feneri, ve battaniyeden oluşan envanterleriyle sandala atlayıp adaya çıkarlar. Ürkütücü, karanlık ve yankılarla dolu tünellerde defineyi aramaya başlarlar. Ancak yalnız değillerdir. Adaya yabancılar çıkmıştır ve onlar da definenin peşindedirler. Elbette çocuklar bir kez daha akıllarını çalıştırıp adaya çıkan bu yabancılardan kurtulacak ve altınları George’un babasına başarıyla teslim edeceklerdir.



Kitap altınların bulunmasıyla bitmiş olabilir ama serinin öteki kitaplarında adaya çıkan yabancılar yakalanmayı, George’un yaşadığı 300 yıllık evin altından adaya uzanan tüneller keşfedilmeyi, ve adanın üzerindeki sır perdesi aydınlanmayı beklemektedir.