Dubhe’nin hikayesi güneşli bir yaz gününde başlıyor. Sekiz yaşındaki küçük kızın, Güneş Toprakları’nın sınırları içinde kalan küçük Selva köyündeki yaşamı sadece savaş oyunları ve balık tutma yarışmaları gibi eğlencelerden oluşuyor. O günlerde tüm Yükselen Dünyayı ele geçirmeye çalışan Güneş Toprakları zalim kralı Dohor’dan ve onun askerlerinin etrafa saldığı dehşetten habersiz, yaz ayını nasıl geçireceğinin hayallerini kuruyor.
Fakat bir öğleden sonra küçük Dubhe’nin tüm hayatı alt üst oluyor. Kız, yanlışlıkla ona kabadayılık taslayan arkadaşı Gornar’ı öldürüyor ve köyün yaşlıları tarafından ölmesi için büyük bir savaşın hüküm sürdüğü Deniz Topraklarına sürgüne gönderiliyor.
Fakat Dubhe’nin şansı yaver gidiyor ve evinden uzakta geçirdiği birkaç gecenin ardından gökyüzünden üzerine doğru pike yapan devasa bir yılanla karşılaşıyor. Daha sonra bu yaratığın aslında kocaman ve incecik kanatlara sahip lacivert renkli bir ejderha olduğunu ve üzerinde bir ejderha binicisi taşıdığını fark ediyor. Ejderhanın Deniz Toprakları’ndan gelen ve adı Rin olan binicisi kıza, bir imparatorluk kurmak için Yükselen Dünya’yı ele geçirmeye çalışan yeni tiran Dohor’dan bahsediyor ve kendisinin de Dohor’un ordularına karşı savaşan bir asker olduğunu anlatıyor. Savaş yüzünden annesini ve babasını kaybeden çok fazla çocuk gören Rin, Dubhe’nin de yetim olduğunu düşünüp onu yanına alıyor. Kızı kaldığı askeri kampa götürüp karnını doyuruyor. Ancak kısa bir süre sonra Dohor’un kuvvetleri buraya da saldırıyor ve Rin’le ejderhasını öldürüyorlar.
Oradan da kaçmak zorunda kalan Dubhe, yol boyunca yakılmış köyler ve katledilmiş insanlar görerek yoluna devam ediyor. Derken yüzünü saklayan esrarengiz görünüşlü yalnız bir adamla karşılaşıyor. Adam onu öldürmekle tehdit etse de Dubhe onu takip etmeye karar veriyor. Nedense ona güvenebileceğini ve adamın kendisini koruyacağını hissediyor. Aradan birkaç gün geçince adam da ona alışmaya başlıyor. Kıza kendisinin bir suikastçı olduğunu, onunla geldiği taktirde tehlikede olacağını anlatmaya çalışıyor. Dubhe karşı çıkıyor ve adamdan kendisine suikastçılığı öğretmesini istiyor. Onun gibi olmak istiyor. Adam önce ona Gece Topraklarını ve bu topraklarda bulunan Suikastçılar Loncası adında sapık bir tarikattan bahsediyor. Kendisinin de bu loncaya mensup olduğunu, fakat oradan kaçtığını açıklıyor. Kıza onu eğiteceğini ama asla kimseyi öldürmemesini tembih ediyor.
Hayatı boyunca babasından başka kimseyi sevmemiş olan küçük kız, Usta diye hitap ettiği bu adamın yanında becerikli bir hırsıza dönüşüyor. Fakat içten içe Usta’ya aşık olmaya başlıyor. Fakat adam kızı kendinden uzak tutuyor ve sonuç olarak da Suikastçılar Loncası’ndan gelen bir haberci tarafından öldürülüyor. Fakat haberci Usta’yı öldürmeden önce ondan kızı Lonca’ya vermesini, çünkü Dubhe’nin Ölümün Çocuğu olduğunu söylüyor. Usta bunu reddediyor ve ölmeden önce de Dubhe’ye Lonca’dan kaçabildiği kadar uzağa kaçmasını tembihliyor.
Dubhe söyleneni yapıyor. Bir kez daha kırık bir kalp ve yalnız başına yollara düşüyor. Güneş Toprakları’nın başşehri Makrat’ta hırsızlık yaparak geçimini sağlamaya çalışıyor ve kısa süre içinde ülkenin en ünlü hırsızı olup çıkıyor. Son olarak Kral Dohor’un sağ kolu olan bir komutan ona büyük miktar para karşılığında bir görev veriyor. Kız görevi başarıyla yerine getirse de, üzerinde Suikastçılar Loncası’nın işaretini taşıyan bir çocuğun attığı bir okla zehirleniyor. Kime sorduysa bu zehrin ne olduğunu öğrenemiyor ama ruhunda bazı değişiklikler olmaya başlıyor. Bazı günler kana susamış bir canavara dönüşüyor ve tek başına bir katliam yapıyor. Üstüne üstlük kolundaki yara izi bir dövme gibi yılana benzeyen bir şekle dönüşüyor. Ve Dubhe bunun Suikastçılar Loncası’nın sembolü olduğunu biliyor.
Sonunda yarı büyücü, yarı rahibe olan bir kadın kendisine atılan okun lanetli bir mühür taşıdığını açıklıyor. Mühür onun kanına karışmış ve içinde bir canavar oluşmasına neden olmuş. Rahibe, Dubhe’ye üzerindeki mührü kaldırmanın tek yolunun onu koyan kişiyi bulması olduğunu söylüyor.
Ve Dubhe, Usta’nın öğütlerini bir kenara atıp Suikastçılar Loncası’na doğru yola çıkıyor. Altı günlük bir yolculuğun ardından Lonca’nın bulunduğu Gece Topraklarına varıyor. Burası aynı zamanda Büyük Savaş sırasında Tiran’ın da yaşadığı yermiş. Halkı, geri kalan dünyanın adını unuttuğu bir tanrıya tapıyorlar. Halk arasında ona Kara Tanrı dense de Lonca ona Thenaar diye dua ediyor ve elflerin zamanından kalma bir tanrı olduğuna inanıyor. Arada sırada insanlar bu tapınağa dilekte bulunmaya geliyorlar, ama hepsi bu çarpık dinin kuralları insanca olmadığını ve sonunda dilekleri karşılığında Thenaar’ın kana susamışlığını gidermek için kurban edileceklerini biliyorlar. Thenaar’ın rahipleri onun kendi ırklarını yarattığına ve öteki tanrıların yarattığı ırkları yok etmenin gereklerine inanıyorlar. Bu yüzden kadın ya da çocuk herkesi öldürüyor ve suikastçılarını da geçmiş hayatlarında işledikleri cinayetlere göre değerlendiriyorlar.
Dubhe, üzerindeki ölümcül mührü kaldırmaları karşılığında onlar için çalışmayı ve bir suikastçı olmayı kabul ediyor. Burada Thenaar’ın kendisini daha doğmadan önce seçtiğini ve Ölümün Kızı olarak bellediğini öğreniyor.
Kitap iki ayrı zamanda devam ediyor. Bir tanesinde Dubhe’nin 17 yaşında usta bir hırsız olarak aldığı görevleri ve üzerine konulan lanetli mührü kaldırmak için Gece Toprakları’na gelişini okuyoruz. Diğerinde ise Dubhe’nin geçmişine gidiyoruz. Küçük bir kızken neden köyünden kovulduğunu, onu eğiten Usta’yla nasıl karşılaştığını öğreniyoruz.
Kitabın iki ayrı zamanda ilerlemesi bir karmaşa yaratmıyor. Bir yanda on yedi yaşında, sert mizaçlı, az konuşan ve içine kapanık bir kız varken, araya giren bölümlerde onun aslında öyle olmadığını, bir zamanlar hayat dolu ve kahkahalar atan bir çocuk olduğunu görmek okuyucuya umut veriyor. İki ayrı kurgu okuyucuyu, Dubhe’nin daha fazlasını hak ettiğine ve tüm bu yaşadıklarının bir anlamı olduğuna inanmaya zorluyor.
Bunun yanı sıra kitap zaman zaman kitabın yan karakteri, Sular Konsey'inden gelen büyücü çırağı Lonerin’e ve onun geçmişine de yer veriyor. Bu genç adamın ikinci kitapta daha fazla yer alacağı ve bir kahramana dönüşeceği kesin gibi görünüyor. Bir de hikayenin kötü adamı Yeshol var. Tapınaktaki kadim kütüphanelerin bir kopyası olarak yaptırdığı gizli odasında dünyanın dört bir yanından topladığı karanlık kitapları karıştıran ve Büyük Savaş’ın kötü kahramanı Aster’in ruhuna beden bulma arayışına giren bu adamın korkunç planları kitaba oldukça büyük ve karanlık bir gölge kazandırıyor.
Bu kitap baştan sona kanla alakalı. Bana nedense Leon filmini ve oradaki Mathilda karakterini hatırlattı.