30 Haziran 2007 Cumartesi

Ciao! Edie - Fabrika’daki siyah çoraplı kız

Edie Sedgwick kısacık, meçli saçlarıyla öksüz bir çocuğu andırıyordu ama Andy Warhol’dan Bob Dylan’a 60’larda yaşamış birçok ünlü isim için kanatlarını çırpmış pırıltılı bir esin perisiydi. 28 yaşında intihar eden Pop-Art kızının hayatını şu günlerde vizyona giren Edie adlı filmde izleyebilirsiniz. Fakat gökten düşmüş bu meleği tanımak için öncelikle onun dilini öğrenmelisiniz.

Sanki yirmi yıl boyunca kar yağmıştı ve Edie bembeyaz bir dünyanın içine açmış sapsarı bir çiçekti. Soyu İngiltere kraliçesine uzanan köklü ve varlıklı bir aileden geliyordu. Yatılı okullarda okumuş, rehabilitasyon merkezlerinde yatmış, Harvard’dan Warhol’un Fabrikası’na kadar her yerde bulunmuş ve “çılgın gençlik” denilen sanatçı hareketinin simgesi olmuştu. Siyah göz sürmeleri, koyu renk saçlarındaki platin meçler, avizeyi andıran küpeler, beyaz mink bir paltonun altından görünen siyah külotlu çoraplı çırpı gibi bacaklarla Edie bir moda ikonuydu. Ama belki de onu başkaları için anlamlı kılan şey kendini yok etme konusundaki yoğun arzusuydu.
Kahin olmaya gerek yok, doktorlar bile Edie’nin doğmaması gerektiğini önceden söylemişlerdi. Babası Francis Minturn “Duke” Sedgwick doktorların çocuk sahibi olmaması gerektiğini söyledikleri bir ruh hastasıydı. Ancak zenginler kendilerine ne yapmaları gerektiğinin söylenmesinden hoşlanmazlar ve Sedywick’ler çok ama çok zenginlerdi ve bu tavsiyeye sekiz çocuk yaparak cevap vermişlerdi. İki oğul genç yaşta ölmüştü – Minty 26. doğum gününden önce kendini asmıştı, Bobby ise Yılbaşı gecesi Harley Davidson’ını bir otobüse doğru sürmüştü. Edie’nin babası hiçbir tanıma sığmayacak kadar korkunçtu. Karısının arkadaşlarını, çocuklarının arkadaşlarını ve Edie’nin söylediğine göre kendisini bile taciz ediyordu. Edie Harvard’a gitmek için California’dan ayrıldığında çoktan akıl hastanelerinde yatmış, anoreksia tedavisi görmüş ve kürtaj olmuştu.
Ama Edie harikuladeydi. Porselen bir bebek kadar bembeyaz bir teni vardı ve Harvard’daki bütün züppe erkekler irileşmiş gözbebekleriyle karanlığın içinden bakan bu kanadı kırık meleği kendi lanetinden kurtarmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Ancak o öteki kızlar gibi değildi. Sevgililerinin aileleriyle tanışmaya gittiğinde masadan kalkıp çimenlerin üzerinde yürüyor ve üzerindekileri çıkartıp öylece sere serpe güneşlenebiliyordu.

Seni hayal ederdim, hayal kurabilseydim eğer
Bazı kızlar kurtuluşu atletizm şampiyonu olmakta, bazı kızlar Sylvia Plath gibi şiirler yazmakta bulur. Bakmaya doyum olmayan gelişigüzel tavırlarını bir tablo kadar kusursuzca sergileyen Edie ise Boston sosyetesinden sıkılmaya başladığında üniversiteli kız rolünden sıyrılıp New York’a taşındı ve kurtuluşu bir parti kızı olmakta buldu. Kuşe kağıda Twiggy’ler, beyazperdede Jean Seberg’lerin olduğu ‘yanardöner 60’larda, narin vücudu ve kırpılmış saçlarıyla Edie yepyeni bir yüzdü. Kimse daha önce onun gibi bir şey görmemişti; saydam bir mayo, siyah külotlu çoraplar ve bir süveterden başka bir şey giymiyor, metroya bikinisinin üstüne geçirdiği sabahlıkla biniyor, partilerden çıkmıyordu. Paris Hilton’a kadar uzanan parti kızı kimliğinin ilk “it girl” oyuncağı dansa kaldırılmıştı.
1960’larda New York’un yer altı sanat dünyası, Pop Art akımının dahilerinden Andy Warhol’un sayılırdı. New York’ta bir teras katındaki duvarları alüminyum folyoyla kaplı Fabrika’sında, alternatif kültürün sanatçılarını etrafında topluyor ve seri üretim nesnelerini kullanarak burjuva ahlak kurallarına karşı duran eserler veriyordu. Umursamazlığı bir afrodizyak gibi kullanan Edie Fabrika’ya adım attığı ve antrasit kömürü kadar siyah gözlerini Warhol’a diktiği anda onun ruhunu çalmıştı. Kısa zamanda Edie, Warhol filmlerinin yıldızı olacak ve Fabrika’nın kraliçesi ilan edilecekti. Artık o ve Andy’nin isimleri beraber anılıyordu. Hatta Edie saçlarını Andy’ninkilere uysun diye gümüş rengine bile boyatmıştı. Fotoğrafları Vogue ve Life dergilerinde yer almaya başladı. Oğlansı görüntüsü uniseks modasının ilk örneğiydi. Ancak pürüzsüz yüzündeki meleksi ifadeyi hiç silmediği hatta her gün yeni bir kat makyajın altına gizlediği söylenen Edie pillerini çabuk tüketiyordu. Alkol ve uyuşturucu yüzünden giderek bir hayalete dönüşmeye başlamıştı. Ağzında yanan bir sigarayla uyuyakalıyordu. Hatta bir defasında kaldığı odada mumları devirip yangın çıkarmıştı.

“Sisi, amfetamini ve incileriyle”
Onun adına şarkılar yazmış bir çok sanatçıdan biri de Bob Dylan’dı. “Just Like a Woman,” “Leopardskin Pillbox Hat,” hatta “Just Like a Rolling Stone,” ona adanan Dylan şarkıları arasındaydı. Edie, rock şarkıcısına sırılsıklam aşık olmuştu. Ağabeyinin söylediğine göre ikisi arasında bir ilişki vardı ve Edie aşırı dozdan hastaneye kaldırıldığında hamile olduğu ortaya çıkmıştı. Ancak doktorlar aşırı doz ve anoreksiden dolayı bebeğin sağlığından endişelendikleri için onu kürtaja ikna etmişlerdi. O günlerde Dylan’ın sevgilisi Joan Baez’di ve Warhol gaddarca ona Bob Dylan’ın Sara Lownds ile evlendiğini söylediğinde Edie iyice yıkılmıştı. Son bir güçle Fabrika’yı ve Warhol’u terk etti.
Ancak ekonomisi bozulmaya başlamıştı. Vogue, adı uyuşturucu bağımlılığıyla beraber anılan batağa saplanmış biriyle çalışmak istemiyordu. Artık yeni taşındığı ünlü Chelsea Hotel’indeki odanın ücretini bile ödeyemeyecek duruma gelmişti. Son filmi ”Ciao! Manhattan”da üstsüz otostop çeken ve odasını evinin boş havuzuna taşıyan kendinden bile daha tuhaf bir karakteri canlandırdı. Filmin çekimleri bittikten birkaç hafta sonra da aşırı dozda barbiturat alarak hayatına son verecekti. Öldüğünde rehabilitasyon merkezinde tanıştığı Michael Post ile evliydi Yirmiden fazla şok tedavisi geçirmişti ve uyuşturucudan beynine giden damarlar bile tıkanmaya başlamıştı.
Onun hayatı kötü bir kazaydı.Bir apartmanın en üst katından düşen oyuncak bir bebeği andırıyordu. Üst üste taklalar atıyor, kendini toparlayıp bir yere tutunamıyor ve her seferinde biraz daha parçalanıyordu. Sonunda yere düştü ve hiç başlamaması gereken bu lanetli hikaye sona erdi. Bir çocuk melodisini andıran bir müziği olmalıydı ama o kendi yıkım senfonisini daha doğmadan bestelemişti.

*Edie Sedgwick günümüze kadar uzanan “it girl akımının ilk temsilcisi kabul ediliyor. Üzerinde sabahlıkla metroya binmenin haricinde limuzin dışında bir taşıma aracı kullanmaz, pahalı içkiler içer, ünlülerle takılırdı. Ancak o hiçbir zaman bir Paris Hilton ya da Sienna Miller olmamıştı. Kimse onun nerede olacağını bilmezdi, önceden önüne kırmızı halılar serilmezdi. Dönemin en önemli iki yıldızı Andy Warhol ve Bob Dylan’ın esin perisi olmak ona yetmişti. O bir yer altı perisiydi. Marilyn Monroe’yla Joan D’arc arasında bir yerdeydi. .

* Bazı filmler sizde içki içme hissi uyandırır. Bu günlerde vizyona giren Factory Girl bu tür filmlerden değil. Edie Sedgwick’i Sienna Miller’ın canlandırdığı filmin sanki “Uyuşturucu kullanmak yanlıştır” şeklinde bir alt metni, parmağını gözünüze sokarcasına sallayan dikaktik bir anlatımı var. Bob Dylan’ın kendisi model alınarak yaratılan Müzisyen karakteri’nin kendisini yanlış tanıttığını söyleyerek dava açtığı film, Edie’nin bütün kötü huylarını gösteriyor ama kendi kendini yok etme eğiliminin nedenini anlamamıza yardımcı olmuyor. Bizi onun karanlık dünyasına davet etmiyor. Bir lanet var ama biz filmde bunu göremiyoruz.

Zengin Avcısı - Aşka paha biçebilir misin, Mon Chéri?

Aşık olmak için bir cennet bahçesine ve yasak bir elmaya ihtiyaç olsaydı bunun yeryüzündeki karşılığı Güney Fransa sahilleri olurdu ve şampanyanın su gibi aktığı, havyarın ağızda dağıldığı, zenginlerin para saçtığı aşk coğrafyasında kalplerin satılabilir bir nesneye dönüşmesini kimse engelleyemezdi.

“İki insanın beraberce yapabileceği en güzel hata evlenmektir,” der 1932 yılında çekilen Trouble in Paradise’ın (Cennette Tehlike) baş karakteri. Bu söz o günden beri çekilen birçok romantik komedide tatlı tatlı hissedilir ve mutlu sonla biten filmlere şiirsel bir gölge düşürür. Ne de olsa aşkın iki yüzü vardır ve kimse bunun güzel olacağı garantisini veremez. Fransız yönetmen Salvadori’nin filmi Zengin Avcısı bir yıllık garantisi olan satılık kalplerin anlatıldığı bir romantik komedi. Aşkı parayla ölçen Irene ve kalbi yerine onun verdiği bozuk parayı kabul eden Jean’ın hikayesi.
Audrey Tautou’un canlandırdığı zarif Irene, hayatını sürdürebilmek için para karşılığı erkeklerle beraber olan genç bir kadın. Yüzündeki bezmiş ifadeyle Buster Keaton’ı andıran Jean ise lüks bir otelde çalışan beş parasız ve silik bir adam. Hayır diyemediği için otel müşterilerinin şımarıkça isteklerini yerine getirmekten köpeklerini dolaştırmaya kadar her şeyi yapıyor ve kendi değimiyle, “o kadar çok evet diyor ki, artık hayır diyememeye başlıyor.” Voila! Birbirinden ayla güneş kadar farklı bu iki karakterin tek bir ortak noktası varsa o da başkalarının hizmetinde olmaları.
Irene’i koluna takan altmışlık para babası Jacques’ın erkenden odaya çıktığı ve genç kadını doğum gününde yalnız bıraktığı bir gece Irene otelin barına geliyor ve birkaç matrak rastlantının ardından Jean’ın bir barmen değil de zengin bir müşteri olduğu hatasına düşüyor. Kötü bir kedi gibi aniden gözünün önünden pişmiş piliç görüntüleri geçen Irene’in ağzı sulanmaya başlıyor ve zaman kaybetmeden Jean’a asılıyor. Irene’in hatasını fark eden Jean hiç renk vermiyor ve ikisi geceyi otelin kral dairesinde geçiriyorlar. Bonne nuit.
Ama sabah olduğunda tüm yalanlar günışığına çıkıyor. Jean’ın göz kamaştırıcı bir zengin değil de çekingen bir cebi delik olduğunu öğrenen Irene hatasını hemen arkasında bırakıp kaçıyor ve hayatına devam ediyor. Ancak kafasına içtiği kokteyl kadehlerinin şemsiyelerini takan genç kadına duyduğu aşktan sarhoş olan Jean için onu bir daha görmemek gibi bir ihtimal yok.
Bir sene sonrasına gidiyoruz ve Irene’le Jean yeniden karşılaşıyorlar. Jean, Irene’e ahlak dersleri vermek onun gibi olmayı tercih ediyor ve genç kadının yaşam tarzını benimsiyor. Monte Carlo’nun göz kamaştıran lüksünde Jean, Irene’in yardımıyla usta bir jigoloya dönüşüyor. “Pretty Woman” ve “My Fair Lady”nin tersten okumasını yaparcasına film Jean’ın geçirdiği değişimi gözler önüne seriyor. O çekingen, silik adam kadınların gözünü kamaştıran pahalı bir mücevher gibi parıldamaya başlıyor. Artık her ikisi de başkalarına aitler. Ancak şelale gibi üzerlerine yağan servettense birbirlerini arzuladıkları çok açık.
Aşka paha biçilir mi? Dünya o kadar toz pembe değilken bunu cevaplamak kimseye düşmez. Ama plajda geçirdikleri bir gecenin ardından Irene’in gözlerini açıp Jean’a bakışı her şeyi anlatıyor. Bazı anlar vardır ki, onları kaçırmamak lazım. Tıpkı bu film gibi.

22 Haziran 2007 Cuma

Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı

Küçük Büyücülük Ordusu Toplanıyor

Gizli örgütler, büyücülük sınavları, zor dersler, küçük karanlık yalanlar ve ilk öpücük.. Hogwarts’ın beşinci senesi kahramanlığın her türlüsüyle kaynayan bir cadı kazanı.

Aynı adlı kitaptan uyarlanan bu film yıllarca tozlu bir kütüphanede saklanmış, içindeki güçlere sahip olmak isteyenlerce yüzlerce kez yakılmış, kilidi zorlanmış ama açması kimseye yar olmamış bir müzik kutusunu andırıyor. Kulağınızı dayarsanız içinde hareket ederken geceyi bile emecek kadar uğursuz Ruh Emicilerin uğultularını, gizli karargahlarda dönen kahramanlık marşlarını, Ölüm Yiyenler’in sessiz çığlıklarını, kulakları tırmalayan kabusları ve aşk şarkılarını duyabilirsiniz. Harry Potter modern zamanların en büyük peri masallarından biri ve rüyaların notalarıyla çalarak büyümenin zorluklarını anlatıyor bize, bir bir...

Harry Potter serisinin beşinci serüveni Zümrüdüanka Yoldaşlığı, Harry’nin Hogwarts Büyücülük ve Cadılık Okulu’nda geçen beşinci senesini konu alıyor. Her zamanki gibi yaz tatilini Dudley’lerin evinde geçiren Harry’yi önceki senelerden çok daha karanlık bir okul sezonu bekliyor. Öncelikle her beşinci sınıf öğrencisinin geçmek zorunda olduğu S.B.D. (Sıradan Büyücülük Düzeyi) sınavları yaklaşmış. Bu sınavlar büyücülük öğrencileri için hayli önemli, çünkü alacakları Olağanüstü’den, İfrit’e kadar değişen notlara göre gelecek yıl ders seçimi yapabilecek ve uzmanlaşabilecekler. Ancak Harry’nin başı halihazırda oldukça kalabalık. Bir tarafta büyük bir ciddiyetle peşinden ayrılmayan ölümcül düşmanı Voldemort, öte tarafta çılgınlar gibi aşık olduğu Cho Chang var. Ayrıca Sihir Bakanlığı açıkça Hogwarts’a müdahale etmeye başlamış. İlk ihlalleri Karanlık Sanatalara Karşı Savunma öğretmenini seçmeleri ve Dolores Umbridge’i uygun görmeleri. Stephen King’in dediği gibi kız sesli, kurbağa suratlı, küt parmaklı bu kadın Hanibal Lecter’dan beri gelmiş geçmiş en büyük kötü kahramanlardan biri, bir öğrencinin en büyük kabusu!

Tehlikeleri bilin, işaretleri okuyun
Böyle bir durumda kimse bir kahramandan oturup derslerine çalışmasını isteyemez. Ama bir lider olması istenebilir. Dolores Umbridge’in KSKS dersi konusundaki yetersizlikleri Harry ve sınıf arkadaşlarını bir ordu kurmaya kadar götürüyor. Dumbledore’un Ordusu dedikleri bu örgütün amacı büyüler öğrenmek ve Lord Voldemort’a karşı hazırlanmak. Ancak karanlık zamanlarda küçük önlemler almak işe yaramaz. Seçmen Şapka’nın da dediği gibi:

“Çünkü Hogwarts’ımız tehlikede,
Ölümcül dış düşmanların tehdidinde.
İşte onun için birleşmeliyiz,
Yoksa içten ufalanır gideriz.”


Harry Potter’ın kaybedecek zamanı yok. Çünkü Dumbledore’un öncülüğünde Voldemort’a karşı kurulan Zümrüdüanka Yoldaşlığı, Potter’ı yok edecek bir “silahtan” bahsediyor. Ve Harry en korkunç gerçeklerden biriyle yüzleşmek üzere: en yakınındaki insanlardan birini kaybedecek ve beş yıldır kendisinden saklanan gerçeği öğrenecek...

12 Haziran 2007 Salı

Kara Yılan İnledi

Zincire Vurulmuş Yin ve Yang

Güneşin altında durmuş kalbinde kimseyi taşımayan beyaz bir kız ve masmavi ışıkların altında blues çalan bir barda şarkı söyleyen siyahi bir adam. Gece olduğunda ve ışıklar söndüğünde onlara ne olacağını kimse bilmez. Ama o ana kadar yaşananlar bir başyapıt yaratacak kadar kirlidir.

Bir zamanlar çok güzel olan ancak zamanla sıkılınıp kenara atılan bir oyuncağı andıran Rae (Christina Ricci), yaşından fazla erkekle beraber olmuş, aynı isimden en az üç çocukla çıkmış, el ve ayak parmaklarının sayısından fazla kişiyle öpüşmüş bir seks bağımlısıdır. Rae, acının ve sevginin aynı pakette geldiğine inandırılan kırılmış bir kızdır ve nişanlısı Ronnie’nin (Justin Timberlake) askere gitmesiyle darmadağın olmuştur.
Hayatını tanrı korkusuyla dopdolu yaşayan Lazarus (Samuel L. Jackson) ise mavi gırtlaklı bir blues şarkıcısıdır. Hayatının kadınını bulup evlendiğinde şarkı söylemeyi bırakmıştır. Fakat karısı tarafından aldatılıp terk edilince yeniden elini uzatıp on senedir yatağının altında sakladığı gitarını alır. Hayalleri ve müziğiyle başbaşadır artık, ta ki tozlu Memphis yolunun karanlık tarafında kanlar içinde yatan Rae’i buluncaya kadar. Laz, onun kanatları yolunmuş küçük bir melek olduğunu hemen anlar. Kızı evine getirip yaralarını iyileştirdikten sonra kimseden beklenmeyecek bir hareket yapıp Rae’i belinden bir zincirle radyatöre bağlar. Sıra kızın ruhundaki pisliği akıtıp çıkarmaya gelmiştir. Onu kurtarmanın yolunun bu olduğunu düşünmekte Ancak onu zincire vurmasına rağmen şefkatle yaklaşmakta bir kedi yavrusu gibi besleyip ilgilenmektedir.

Kuzey Missisippi Blues

Herkesin şarkı söyleyip kendisinin sustuğu bir sahnede Justin Timberlake’in canlandırdığı Ronnie’yi bir bar penceresinden içerdeki küçük sevgilisi Rae’i başka adamlarla dans ederken seyrettiğini görüyoruz. Bu yönetmenin filmi çekerken aklını kaybettiği bir kaç sahneden biri. Kederli blues şarkıları gibi insani ihtiyaçların katıksız duygusallığı izleyenleri iliklerine kadar ürpertiyor. 1930’larda yaşamış efsanevi blues şarkıcısı Son Houese’un dediği gibi, “Sadece tek bir blues türü vardır. O da kadınlar ile erkekler arasındaki ilişkilerde ortaya çıkar.”
Delice sahnelerle dolu bu film, kızgın bir radyatör kadar sıcak. Dokunduğunuzda elinizi yakan Kara Yılan İnledi’nin kolay unutulmayan, ardında kötü bir yanık izi bırakan karanlık bir sırrı var: Irk, cinsiyet ve sınıf farklılıklarımız ne olursa olsun hepimiz insanız, hepimiz bir gün feleğin çemberinden geçeceğiz ve yaralarımızı saracak birine her zaman ihtiyaç duyacağız. Lazarus ve Rae’in bir zincirin halkaları kadar birbirine kenetlenmesinin sebebi de bu. İkisi de asla eskisi gibi olmayacaklardır. Birbirlerine sonsuza kadar bağlanmışlardır.

Sahtekar - Kral Çıplak!

Gazeteci Clifford Irving, münzevi hayatı yaşayan havacı, kadın düşkünü ve egzantrik dolar milyoneri Howard Hughes’la yaptığı söyleşiler dizisiyle Amerikan gazeteciliğinin zirvesine ulaşmıştı. Ancak bir sorun vardı. Hughes, Irving’in adını bile duymamıştı.

Friedrich Nietzsche insanların doğruyu söylemesinin nedenini bir yalanı sonuna kadar götürecek zekaya sahip olmamalarına bağlar Ve daha önce hiçbir gazeteci yayınladığı uydurma haberlerle 1971 yılında gündemin başına oturan sofistike yalancı Clifford Irving kadar zeki ve cesur olmamıştır. Yalan dolanla dolu kitapları ve hayal ürünü haberleriyle Clifford Irving modern Amerikan kültürünün en hilebaz prenslerinden biridir. Yalan, onun için bir sanattır. Usta bir örümcek gibi kendi özgün dünyasını örer ve bunu kimseciklere fark ettirmeden gerçek dünyanın ortasına yerleştirir.
Sahtekar’ın hemen filmin başında, “Bu film gerçek olaylara dayanmaktadır” diye yazıyor olması belki de filmin sarf ettiği en komik cümlelerden biri. “Gerçek” denilen olaylar Clifford Irving adlı yazarın herkesin peşinde koştuğu ancak uzun zamandır bir münzevi hayatı süren dünyanın en zengin ve güçlü adamı Howard Hughes’la yaptığı röportajların toplandığı biyografiye dayanıyor. Ancak ne röportajlar ne de biyografi gerçek. Irving’in uydurma yapıtında sadece Hughes’un sahte itirafları yer almıyor, üstüne üstlük onunla yapılmış çok samimi söyleşiler de bulunuyor. Irving, doğruların ve yalanların omuz omuza ilerlediği 70’li yıllar medya dünyasının kozmopolit ve fazlasıyla özgür atmosferinde, insanları kandırmak için öyle dökümanlar hazırlıyor, sesini değiştirerek kendi kendisiyle öyle röportajlar yapıyor ki, yayınevinin en titiz uzmanlarının bile denetiminden başarıyla geçiveriyor. Tüm Amerikan halkını kandıran bu adamın gerçek diye yutturduğu hayal dünyası, sonunda Howard Hughes’un ortaya çıkıp bu röportajların düpedüz yalan olduğunu söylemesiyle sona eriyor.
Ancak bu sahtekarlığın altında medya dersi kitaplarına girecek kadar usta ve yaratıcı bir başlık gizli: Medya Yalanları. Uydurma haberleri ve hayal ürünü araştırmalarıyla medya yalanları, her zaman modern Amerikan kültürünün en önemli parçalarından birisi olmuştur. Şöhret ve servete açılan en kısa ve en cazip yollar üzerine yazılan kupürleri okumayı seven geniş kitlelere ulaşmanın en kolay yollarından birisi küçük beyaz medya yalanlarıdır. Anna Nicole Smith’ten Paris Hilton’a, günümüzde üst üste patlayan bütün skandalların çıkış noktası hiç kuşkusuz bu yüzyılın en görkemli sahtekarlık olaylarından biri olarak bilinen ve 1970’lerin başında meydana gelen Clifford Irving / Howard Hughes sahtekarlığıdır.
Sahtekar, aralarında New York yayıncılık endüstrisi, Watergate skandalı, Richard Nixon, Vietnam Savaşı ve Pop Art’ın olduğu halüsinasyonlar ve paranoyayla dolu bir dönemin Amerikasında geçiyor ve o günlerin yapısındaki şizofreniyi çok iyi yansıtıyor. Time dergisi tarafından Yılın Sahtekarı seçilen Irving’in anlattığı olaylara dayanan filmin gerçekliğinden şüphe edebilirsiniz ama sinema da böyle bir şey değil mi zaten: Hepsi hepsi küçük yalan bir dünya...