18 Ocak 2011 Salı

Winter’s Bone: Ay Işığı İnsanları



Çöple dolu bahçeler, nefretle bakan gözler, metamfetaminin çiğneyip tükürdüğü hayatlar. Winter’s Bone, dünyanın unutmayı tercih ettiği Ozark Dağları bölgesinde kötülüğün soğuğuyla kavrulmuş insanlar arasında geçiyor.



Araftaki ölüler gibi amaçsızca etrafta sürten, hayattan elini eteğini çekmiş ve insaniyet namına hiçbir şey barındırmayan köylüler; içinin cerahatle fokur fokur kaynadığı bir coğrafya. Missouri’nin Ozark Dağları bölgesinde yıkık dökük orman kulübeleri, kasvetli vadiler ve köhnemiş köylerin kenarına iliştiği amansız tepeler uzanıyor. Katiller, ayyaşlar ve köktendinci bir anlayışın zalimce bir otoriteye dönüştüğü, anlaşılması güç ama katı kuralları içinde yaşayan ay ışığı imalatçıları (moonshine; yani kaçak viski damıtımcıları) ve metamfetamin üreticileri buradaki hayatın gerçek sahipleri.


Böyle bir dünyada geçen ‘Winter’s Bone’ Daniel Woodrell’in romanın uyarlanmış. Hikaye, metamfetamin kültürü ve bunun platoda yaşayan aileler üzerindeki etkisini konu alıyor. Sundance Film Festivali’nde jüri ödülünü ve Gotham Bağımsız Film Ödülleri’nde de en iyi film ödülünü aldı.



Dağ gotiği



Filmin başkarakteri 16 yaşındaki Ree, yüreklere korku salan Dolly klanının kızlarından biri. İki küçük kardeşi ve beyni yarı yarıya haşlanmış annesiyle birlikte kendi arazilerinin ortasındaki köhnemiş bir evde yaşıyor. Onların zar zor hayatta kaldıklarını görebiliyorsunuz. Başlarını sokabilecekleri bir evleri var, ama tabaklarına koyacakları bir lokmaları yok. Ormanda avladıkları sincaplar ve komşuların verdikleriyle yaşıyorlar.


Ree’nin bölgedeki metamfetamin üreticilerinden biri olan babası Jessup, kısa bir süre önce tutuklanmış ve kefalet bedeli olarak ortaya evini koymuş. Ree onu bulamaz ve duruşmaya çıkmaya ikna edemezse evleri ellerinden alınacak. Fakat eğer adam öldüyse – ki Ree de zamanla bundan şüphelenmeye başlıyor – o zaman kızın, babasının ölüsünü bulup bunu kanıtlaması gerek.


Soğuktan kavrulan Ozark Dağları’ndaki arayışı Ree’yi kendi ailesinin merhametsiz ve dediğim dedik kadınlarına ve klan şefi Thump Milton’a götürüyor. Karanlık bir Alman fablından fırlamış gibi görünen bu adam, adeta Ozark dağlarının sert ve güneş yüzü görmemiş kayalarından oyulmuş bir anıt. Hepsi kıza bu işin peşini bırakmasını söylüyorlar. Fakat tehdit edilen, kovulan, dövülen Ree asla pes etmiyor. Bir kere babasını bulacağını söylemiş. Hem de bunu öyle bir söylemiş ki, babasını bulmak için öte dünyaya gitmeyi hesaba kattığını bile hissettirmiş. Filmin sonunda oraya gidiyor da zaten. Yer altı dünyasının bekçileri gibi görünen hırpani kadınlarla birlikte çıktığı kayık yolculuğu kabusların yapıldığı maddeden yapılmış. Ree’nin o bıçağın kemiğe dayandığı an attığı sessiz çığlık ise bu güne kadar sinema tarihinde duyduğunuz en acı şeylerden biri.


Ree’nin arayışı sonunda bulduğu şey büyük bir gizem: Bu toprakların çok derinlerine kök salmış ve Ozark’ların dondurucu soğuklarında bir hayalet gibi dışarı sızan büyük bir kötülük.



Aidiyet



Film ilerledikçe bu nefret edici coğrafyaya karşı, okulun ilk günü hissedilene benzeyen merak ve korkuyla dolu bir his beslemeye başlıyorsunuz. Ree’nin metanetinde ve içgüdüsel hareketlerinde Ozark Dağları’nın ilkel güzelliklerini ve kasvetli yüreğini görebiliyorsunuz. Kararlılıkla umutsuzluk arasında lirik bir yerde duruyor, kız. O, filmin konu edindiği bu dünyanın doğa güçlerinden biri adeta. Filmi izlerken Ree’nin rüzgarındaki tatlara aşina oluyorsunuz, kızın bir dağ aslanını andıran ilkel kükremelerini duyabiliyorsunuz.


Filmin bir diğer ilgi çekici tarafı ise Ree’nin gevşek ama referanslarla dolu ve anlamlı konuşma tarzı. Sanki bu genç kız yüz yıllar öncesinden bir dil miras almış ve bu dili ustaca, elindeki kırbacı şaklatır gibi kullanıyor.


‘Winter’s Bone’ baştan sona masumiyetin zaferini ve yok ediciliğini konu alıyor. Filmi seyrederken çok ama çok ince bir buz üzerinde yürüdüğünüzü hissediyorsunuz. Böyle bir hissin bazı yan etkileri de var: Bu dünyaya dair derin bir aidiyet hissi bunlardan biri.