25 Mart 2008 Salı

Sesler: Bilgi sarnıçları, kelime çeşmeleri



Ursula K. Le Guin ‘Sesler’de kütüphaneleri yağmalanan ve bilgileri yok edilen bir halkın izlerini sürüyor ve aynısının İskenderiye Kütüphanesi ya da Bağdat Müzesi’nde yaşandığı bir insanlık vahşeti anlatıyor.

Karanlığı lanetlemeden önce bir mum yakalım. Çünkü uğruna ağlanacak çok şey var. Korumak istedikleri kitaplarla beraber yakılan, yıkılan kütüphanelerden ayrılmak istemedikleri için diri diri gömülen, fikirleri yüzünden hayatları boyunca hapislerde çürüyen insanlar, bir zamanlar sevgiyle yoğrulmuş tanrı heykelciklerinin küfredercesine tahrip edilmiş yüzleri, zafer naraları eşliğinde yerle bir edilen bir Buda heykeli… Ayaklarımızın altında İskenderiye Kütüphanesi’nden beri bilginin tahrip edildiği bir tarih uzanıyor. Ve Marifetler serisinin ikinci kitabı ‘Sesler’de Ursula K. Le Guin, bize evimizi neyin üzerine inşa ettiğimizi öğrenmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Son olarak Bağdat Müzesi’nde yaşanan acımasız talan gibi, gün gelecek belki hepimiz için ışıklar sönecek ve hayatta kalmak için etrafımızı sarmalayan karanlığı tanımamız gerekecek. Bu da ancak yürekteki tanrının taşlardaki ve kelimelerdeki tanrıyı tanımasıyla mümkün olabilir.
Kitapta anlatılan Ansul şehrinin hikayesi her şeyden önce kitaplardan konuşan ve taşlarda oturan binlerce tanrıyla ilgili. Şehrin sokaklarında, binalarının önünde, kavşaklarında insanların dua edebileceği minik adak yerleri var. Bazı tapınaklar ağaçlarda asılı ve kuşlara ev sahipliği yapıyor. Ayrıca evlerin hatta odaların içinde oranın ruhu için oyulmuş nişler var. Ansul halkı dua etmek için tapınaklara girmiyor. Onlar zaten binlerce tanrı ve ruhla koyun koyuna kalabalık bir tapınakta yaşıyorlar ve burayı hayvanlarla, bitkilerle paylaşıyorlar. Fakat bin tanrılı Ansul şehri on yedi yıl önce çölden gelen tek tanrılı Ald kuvvetleri tarafından işgal edilmiş. Yeryüzünde şeytanın dolaştığına inanan Aldlar, okumayı bilmedikleri için kitapların iblisler ve şeytani ruhlarla dolu olduğuna, bilim ve hüner merkezi olmasıyla ün salmış Ansul şehrinin de kütüphanelerinde kötülüğün biriktirildiğine inanıyorlar. Bakamadıkları yere sırtlarını da dönemedikleri için zorla ele geçirmişler şehri. Aslında bu biraz da onların tekliğe inançlarından kaynaklanıyor: tek bir tanrı ya da tek bir kral. Sabit bir fikirle hareket edebiliyor ve dünyalarını düşmanlarla doldurmaya devam edebiliyorlar. Ansul halkıysa kalabalıkları tercih ediyor, kendi topraklarında tanrıları ve ruhlarıyla barış içinde yaşıyor.
Aldlar, Ansul’u “doğru yola sokmak için” bilgilerini yok edip onları cehaletin karanlığına hapsediyorlar. Fakat bilgiyi koruyan ve içine girdikleri karanlıktaki sesleri duymayı başaran insanlar var ve bunlardan biri de bir işgal çocuğu olan (annesi Ald askerleri tarafından tecavüze uğrayıp hamile kalmış) on yedi yaşındaki Memer ve Ald işkenceleriyle sakat kalmış Seferbeyi.
Başkalarının karanlığı
“Korkmanı gerektirecek bir şey yok Memer,” diyor Seferbeyi ve hepimiz duyalım diye ekliyor: “Bazıları korkabilir, ama sen korkma.” ‘Sesler’ bize korkunun sessizliği, sessizliğin de korkuyu doğurduğunu anlatıyor; korktuğumuzun başkalarının karanlığı olduğunu. Bütün sorun ötekilerin bildiklerini bilmediğimiz için onlara delirmişler gibi bakmamızdan kaynaklanıyor. Fakat unutmamak gerekir ki, gökyüzünde tüm yıldızları ve tanrıları barındıracak kadar büyük bir karanlık var. Ve hepimiz aynı göğün altındayız.
Kitabın kapağını kapatıp Bağdat’ı düşünmemek imkansız. Bombalandığı o ilk sabah yeni doğan güneşe, çiçek açan ağaçların güzelliğine ve kuşların cıvıltılarına rağmen ölümcül bir sessizlik şehre yayılmıştı. Las Vegas’ta hür insanlar tarafından olağanüstü bir piramit inşa ettiğine inanan bir halkın askeri, yanından geçtiği, bin yıllardır o taşlara resmedilmiş halde şehri bekleyen kanatlı aslan kabartmasının sessizliğinden olanca gücüyle haykıran sesi duymuyordu. Oysaki kitapta da dediği gibi o ses sanki sadece “Kırılanı, kırılmış onarır,” demeye çalışıyordu.

Kıyamet Öyküleri: Düşlerin sonundan haberler



Donnie Darko’nun yönetmeni Richard Kelly’nin son filmi bizleri kıyamet-sonrası bir dünyada geçen sinema-sonrası bir deneyime davet ediyor.

Farklı dilleri tek perdede birleştiren sinema salonları günümüzün Babil Kuleleri, filmler ise gerçeğin yüzüne geçirilmiş pırıltılı ya da grotesk maskelerdir. Böyle düşünceler doğrultusunda ilerleyen ‘Kıyamet Öyküleri’ her şeyden önce bu tür bir yapıt olmamasıyla öne çıkan bir film. Maskelerin paramparça olduğu, ipliklerin sarktığı, simlerin döküldüğü görüntüler eşliğinde açıla saçıla ilerleyen beyazperdeye dair bir kıyamet filmi. Hem dünyanın sonunu anlatıyor, hem de bildiğimiz sinemanın sonunu.
Richard Kelly’nin filmlerinde rüyaların, ölümün moleküllerini etrafa saldığını hissederiz. Donnie Darko’nun sonunda gökten yeryüzüne sarkan kıyamet bulutu, ‘Kıyamet Öyküleri’nde Teksas semalarında yükselen bir atom bombası olarak zuhur ediyor. Bombanın ardından III. Dünya Savaşı çıkıyor, dünyanın dönme hızı yavaşlıyor ve herkesin güvenlik kameralarıyla teker teker izlendiği bir polis devleti kuruluyor. Dünyanın sonu bildiğimiz ve bilmediğimiz şekillerde gelmiş olmasına rağmen filmde asıl şaşırtıcı olan insanların hala partiler veriyor, içkiler içip sahildeki restoranlarda buluşuyor olmaları. Los Angeles semalarında zenginler bir mega-zeplinde eğlenirken, aşağıdaki sokaklarda “Neo-Marksist” gerillalarla polisler silahlı çatışmaya giriyorlar. Kelly’nin filmine bir karnaval havası hakim. Ama uyarıları dikkate aldıysanız, bu karnavalda maskelerin çoktan kopartılıp atılmış ve ayaklar altında çiğnenmeye başlanmış olduğunu fark edebilirsiniz. Ancak maskenin altındaki gerçek kimlik daha da büyük bir sorun teşkil ediyor. Örneğin Dwayne –The Rock- Johnson’ın canlandırdığı Boxer Santaros adındaki karakteri ele alalım. Ünlü bir popüler yıldız olan Santaros, atom bombası atıldığında çölde kaybolmuş ve hafızasını kaybetmiş. Şimdi herkes onu tanısa da, o hatırlamadığı kurgusal bir hayatı sürmek zorunda. Üstüne üstlük aklı, kendisinin yazmış olduğu bir kıyamet senaryosundaki karakterin rolüne kayıp duruyor. Onun bu sanal kimliği ‘Kıyamet Öyküleri’ndeki gerçeklik simülasyonu örneklerinden sadece bir tanesi.

Nabzınız atıyor mu?

Edebi göndermeler, sanki araya reklam alacakmış gibi aniden kesilen sahneler ve bir mültimedya bombardımanı altında ilerleyen ‘Kıyamet Öyküleri’ni yadırgayabilir ve ondan sinema tadı almadığınızı söyleyebilirsiniz. Şunu bilin ki kesinlikle yalnız değilsiniz; Cannes’daki ilk gösteriminde yuhalanan bir film var karşınızda. Justin Timberlake’den Sarah – Buffy – Gellar’a bütün oyuncuları popüler kültürün en tanınmış sanatçıları arasından kepçeyle alınmış gibi duruyor ve uzunca bir halüsinasyon deneyimi yaşatıyor. Gene de ‘Kıyamet Öyküleri’ dijital ve video merkezli bir dönemde bizi yepyeni bir medya organıyla tanıştırıyor ve sinemanın bütün mantığını yıktığı için aslında köküne kadar sinemaya ait bir film olarak ağızda geleceğe dair egzotik bir tat bırakıyor.

Kalpazanlar : Benim de bir Yahudim var!


En iyi yabancı film Oscar’ını kazanan ‘Kalpazanlar’ II. Dünya Savaşı yıllarında geçen iki taraflı bir kahramanlık öyküsü

Tarihin laneti mi, yoksa sanatın kutsaması mı bilinmez, Alman toplama kamplarında geçen filmler Avrupa sinemasının doğurmaya doymadığı bir tür halini aldı. Büyükbabasıyla büyükannesi bir Nazi sempatizanı olan yönetmen Ruzowitsky’nin ‘Kalpazanlar’ı Alman toplama kamplarından kurtulmayı başaran bir grup Yahudi’nin öyküsünü anlatıyor. Ve şöyle bir soru soruyor: Kahraman dediğimiz kişi kendisini ve arkadaşlarını kurtarmak için düşmanını besleyip büyüten midir, yoksa düşmanını yok etmek uğruna kendisiyle beraber arkadaşlarını da ölüme götüren mi?
Bütün bu sorulardan önce film, savaşın sona erdiği yıl Monte Carlo’da açılıyor. Bir adamın elinde içi para dolu bir çantayla kumsaldan uzaklaşıp bir kumarhaneye girdiğini görüyoruz. Gecenin sonlarına doğru adamın kolundaki Yahudi damgası ortaya çıkıyor ve bu işaret bizi geçmişe, savaşın başladığı yıllara götürüyor. Kumarbazın eskiden zevk ve sefa düşkünü büyük kalpazan Solomon –Sally - Sorowitsch olduğunu öğreniyoruz. Ancak hem Yahudi hem de suçlu olan bu adam yakalanıp toplama kamplarına gönderiliyor. Bir süre SS subaylarının resimlerini yaparak hayatta kalan Sally, çok yakında Sachsenhausen kampına transfer edileceğini öğreniyor. Onu bekleyen yer bir atölye ve burada Almanlar “Bernhard Operasyonu” adı altında İngiliz sterlini ya da Amerikan doları basıp bu iki ülkenin ekonomisini çökertmeyi amaçlıyorlar. Sally, her gün belki yüzlercesi öldürülen öteki Yahudilerden tahta perdeyle ayrılmış bir kısımda, grafikerler ve baskıcılardan toplanmış temiz ve sağlıklı bir grup Yahudi’yle beraber kimsenin gerçeğinden ayırt edemediği sterlinler basıyor. Fakat iş dolara geldiğinde ekipteki öteki arkadaşı Burger buna daha fazla dayanamayacağını söyleyerek işlemi sabote etmeye başlıyor. Bir gün daha yaşamak uğruna bu savaşta Nazilerin tarafında daha fazla çalışmak istemiyor.

Kim olursan ol, bir taraf seç

Kaput adlı kitabında insan doğasının yüz karartıcı gerçeklerini kelimelere dökerek II. Dünya Savaşı’ndaki Avrupa’nın freskini gözler önüne seren İtalyan romancı Malaparte, sokaklarda “Benim de bir zencim var,” diyerek dolaşan fakir İtalyan çocuklarının rahatsız edici mutluluğunu, alınıp satıldıkları halde genelevlerde, barlarda gezen siyahi askerlerin ironik öyküsünü anlatır. Bu açıdan bakıldığında Ruzowitsky’nin gerçek bir öyküye dayanan ‘Kalpazanlar’ı tam da Malaparte’nin “zencilerini” andırıyor. Sıcak banyo, yumuşak yastıklar ve hayatta kalmak uğruna Almanlar adına çalışan bir grup Yahudi, bize aynı anda hem zulüm görmüş ve boyun eğdirilmiş, hem de değer gören köleler olarak sunuluyorlar. Onlar hem dostlar, hem de düşman. Hem hürler, hem de köle…

8 Mart 2008 Cumartesi

Juno: Geometri sınavı mı, hamilelik mi?



Eski striptizci ve telefonda seks hattı çalışanı Diablo Cody’nin senaryosuyla Oscar kazanan Juno’da, on altı yaşında hamile kalan bir kızın bir argo ve popüler kültür hazinesini andıran hikayesi anlatılıyor.

Siz ışıkları karartın, ben şişeyi çevireyim ve dolapta altı yedi dakika neye yol açıyormuş görelim. Sonuçta bu yazıyı okumak en fazla bu kadar sürer, değil mi? Şimdi şişe çevirmece sonucu dolapta geçirilen o altı yedi dakikaya yaraşır bir film yazısı yazacağım. Çünkü Juno, tam da böylesini hak ediyor.
Popüler kültürün içinden fırlamış genç bir kızın hikayesi en iyi bir günlük sayfasına pastel boyayla çizilen resimlerle başlar. Film bizi Juno’nun gezegenine bu tür küçük bir animasyonla sokuyor. Juno McGuff, He-Man, Voltron, Thudercats ve Scooby Doo seyretmek için erkenden kalkmaya, sonrasında da havalı BMX marka bisikletine binmeye bayılan ve geometriden ödü kopan çok tanıdık bir kız. Ayağından Converse’lerini, elinden hamburger şeklindeki telefonunu, ağzından tütünsüz piposunu, odasının duvarından posterleri, çizimleri ve simli çıkartmaları eksik etmiyor. Hole ve Iggy Pop CD’leri, çizgi romanlar biriktiriyor ve yaşlandığında evinde bir scrabble oyunu, masasında yemeği, iyi dostları ve ailesi olursa kendini mutlu hissedebileceğini düşünüyor. Fakat ne yazık ki, ismi Juno olan bu kız ağzında bir fili ezebilecek kadar ağır bir argo hazinesi barındırıyor ve insanı korkutacak derecede İtalyan korku filmlerindeki kana susamış katillere bayılıyor. Yani Juno McGuff, 90’ların MTV’sinden, eğimsiz olduğu için perdedeki alt yazıları okuyamadığın eski sinema salonlarından, polaroid makinelerinden fırlamış bir tip gibi görünüyor. Her ne kadar 2000’lerde yaşasa da, onun 90’lardan kalma yıllık fotoğrafındaki kameraya bakarak somurtan yüzden farkı yok… Fakat Juno’nun bu eski moda havalarında Eski Ahitten fırlamış bir durum var: Juno McGuff hamile ve karnı sıkılmak için bekleyen bir ergenlik sivilcesi gibi şişmekte!
Juno hakkında bu kadar dedikodu yeter. Zaten artık onu gözünüzde canlandırabiliyor olmanız lazım. Bir gece şişe çevirmece kadar masumca bir meraktan ötürü okulun eziği Bleeker’la sevişip hamile kalıyor ve sonrasında kürtaj kliniğinin bekleme salonunda korkuya kapılıp bebeği evlatlık vermeye karar veriyor. Kendi tabiriyle, “dölünü” evlatlık verecek “mükemmel” çifti bulması fazla zamanını almıyor. Ancak pembe bir sakız gibi şiştikçe Jennifer Garner ve Jason Bateman’ın canlandırdığı çiftin de evliliklerinde sorunlar olduğunu anlamaya başlıyor. Ve patlamadan önce pembe kurşun kalemle son kararını bir defter sayfasına yazıp hayatına devam ediyor. Yani Juno için geometri sınavı bile hamilelik mevzuundan daha korkunç!

Tic tac toe hazinesi

Harry Potter büyülerini ağzına dolamış dolaşan, suyu geldiğinde “Thundercats” diye bağıran Juno, Minneapolis’in striptiz barlarından fırlamış Diablo Cody adında müthiş bir senaristin eseri. Bebekleri bedava iPod’lar gibi dağıtan Çinlilerden, elmalı turta gibi kokan prezervatiflere kadar pop kültürünün tic tac toe şekerlerini andıran her rengine göndermelerle dolu senaryo dışında, filmin albümü de küçük bir hazine niteliğinde. Özellikle Kimya Dawson’ın şarkıları muhteşem.

7 Mart 2008 Cuma

Cengiz Han: Sonsuzluğun Haritacısı



Cengiz Han, uçsuz bucaksız bozkırlarda bulutlar gibi sürüklenen Moğol kabilelerini buyruğu altında birleştirmiş ve büyük bir fırtına yaratmıştı. Bu, o küçük bulutun hikayesi…

Yazılı kaynak olmaması nedeniyle Cengiz Han hakkında bildiklerimiz efsanelere ve abartılı halk hikâyelerine dayanıyor. Ve işte, Moğolların Gizli Tarihi adlı eserde toplanan o efsaneler hep gri-mavi bir kurttan söz ediyor; fırtınadan kaçacak yeri olmayan ve bu yüzden bozkırlarda koşup duran bir kurt. Ama her efsane gibi bunun da bir başlangıcı var. Çünkü Cengiz Han’ın hikayesi Timuçin adıyla avucunda bir kan pıhtısıyla doğduğu gün başlıyor. Rahipler onun ileride ne kadar büyük bir lider olacağını, Moğolları birleştirip dünya tarihinin gördüğü birbirine bitişik en büyük imparatorluğu kuracağını görebiliyorlar ve ondan korkuyorlar. Ama filmde Sergei Bodrov bize Cengiz Han’ın dünyanın yarısını nasıl fethettiğini, savaşlarını ve taktiklerini anlatmaktan çok, onun bunları yapacak güce nasıl kavuştuğunu anlamamızı sağlamaya çalışıyor.
Dünyanın ıssız köşeleri nadiren beyazperdeye yansır. Bir Alman, Rus, Kazak ve Moğol yapımı olan film bizi 1100’lere, sürekli savaş halinde olan göçebe Moğol kabilelerinin dünyasına götürüyor. Dokuz yaşındaki Timuçin o günlerde babasıyla beraber başka bir kabileden kendisine gelin seçmek için yola çıkıyor ve “yüzü bir ova gibi düz, gözleri içine kötü ruhların girmesini engelleyecek kadar kısık ve güçlü bacakları olan” Borte’yi seçiyor. Çocuk gelinine kendisini beklemesini söyleyerek eve doğru yola çıkıyor. Ancak Onan Nehri’nin dağlardaki kaynağına yerleşen bir kabilenin görkemli kağanının oğlu olan Timuçin’in o yolculuk sırasında bütün hayatı alt üst oluyor. Geri dönerlerken babası öldürülüyor ve babasının kabilenin başına geçen Targutay, Timuçin’in öldürülmesini emrediyor. Ama Moğollar çocukları öldürmez. İşte bu kadim kural sayesinde hayatı kurtulan Timuçin’in yıllar süren kaçışı başlıyor. Bütün Moğollar gibi at üstünde doğmuş olsa da, bir kurt gibi bozkırda koşmak zorunda kalan çocuğun düşmanları her geçen gün biraz daha artıyor, ama aynı zamanda kendi kağanlarının zulmünden ve kölelikten kaçanlarla birlikte yandaşları da çoğalıyor.

Mavi Göklerin Tanrısı Tengri

Bütün Moğollar gökyüzü tanrısı Tengri’den ve onun öfkesi olan fırtınalardan korkar. Film bize fırtınadan kaçacak yeri olmadığı için saklanmaktan vazgeçen ve yıldırımlara meydan okurcasına kılıcını gökyüzüne kaldırıp savaşmaya başlayan bir adamın hikayesini anlatıyor. Küçük beyaz bir bulutun gökyüzünü kaplayan ve güneşi karartan dev bir fırtınaya nasıl dönüştüğünü izliyoruz. Uçsuz bucaksız bozkırlara ve çöllere sınırlar çizmek için bir o yana bir bu yana savrulan bulutları andıran göçebe Moğol kabilelerini kılıcının etrafında topluyor ve Çin’den Türkiye’ye, Kazakistan’dan Kuveyt’e uzanacak korkunç bir fırtına imparatorluğu kuruyor.