14 Haziran 2008 Cumartesi

Speed Racer: Sentetik Maymunlar



Matrix’in yaratıcıları Wachowski kardeşler son filmlerinde çizgi roman dünyasını beyazperdeye taşıyorlar.

Gözleri yakacak kadar mavi gökler, güneşi yutacak kadar sıcak çöller, şeker paketlerine sarınmış gezinen insanlar ve yarış arabaları. Ama onlara araba demek de mümkün değil, çünkü Matrix serisiyle beyinlerimizde bir devrim gerçekleştiren Wachowski kardeşlerin son filmi ‘Hızlı Yarışçı’da arabalar da diğer her şey gibi dijital ortamda yaratılmış. 1960’larda Japonya’da basılan bir çizgi romandan uyarlanan filmin görüntüleri Beatles’ın ‘Lucy in the Sky with Diamonds’ şarkısını hatırlatan gökkuşağı renklerine sahip olsa da, konusuyla beraber bir bütün olarak düşündüğümde benim aklıma sadece üç milyon yıl önce yaşamış, iki ayağı üzerinde duran ünlü maymun Lucy’den başka bir şey gelmiyor. Çünkü ‘Hızlı Yarışçı’nın gelecekte geçen hikayesi nostaljik olmaktansa paleoantolojik zamanlardan kalma bir eğlence anlayışına sahip. Bunun üstüne bir de hız, güç ve gürültü eklendiğinde ancak bir maymunu, belki bir de on yaşından küçük bir çocuğu - koltuğunda zıplatacak kadar - eğlendirebilirsiniz.
Wachowski kardeşlerin “motorlu kung fu” ya da “car fu” (araba fu) olarak nitelendirdikleri filmlerinin başkahramanı, adı Speed (Hız) soyadıysa Racer (Yarışçı) olan gözü kara bir araba yarışçısı. Ona bu adı takan anne ve babanın oğullarının büyüdüğünde belki de istiridye toplayıcısı olmak isteyip istemeyeceğini düşünmemiş olmaları kişilikleri hakkında bir fikir edinmemizi sağlıyor. Anne Racer (Susan Sarandon) evinin garajında yarış arabaları yapan Baba Racer’ın (John Goodman) asistanlığını yapıyor ve bir şampiyon olan ağabeyi Rex yarış sırasında hayatını kaybettiğinde direksiyona geçme sırası Speed’e (Emile Hirsch) geliyor. Racer ismini korumak için Speed filmin ilk dakikalarında kendini yarış pistine atıyor ve gökkuşağından nehirler tüm sahneyi sele boğarken parkurda savrulup rakiplerinin üstünden, altından, her yerinden sıyrılıp geçerek ağabeyinin rekorlarını kırmaya çalışıyor. Pistin üzerinde helikopteriyle dolaşan Trixie’yle (Christina Ricci) ve yarışın entrikalı dünyasıyla tanışması fazla zamanını almıyor. Artık ailesini ve ismini korumasının tek yolu şike yapanları kendi oyunlarında yenmek için Grand Prix’i kazanmak. Gözünüzün muhtemelen şu ana kadar gördüğü en şaşalı sahneler bunlar – tabii daha önce hiç diskoya gitmediyseniz.

Rengârenk delik


İnsanın evrimleşmesi milyonlarca yıl sürmüştü. Fakat çocuklukla yetişkinlik arasındaki süreç hala insanı maymuna çeviren kara deliklerle dolu. Her şey bir yana ‘Hızlı Yarışçı’ bu kara deliklerden – daha doğrusu renkli deliklerden- birinde çekilmiş gibi duruyor. Filmde ortaya çıkan maymunun ve çocuğun bu geri dönüşü simgelediği açık. On yaşındaki bir çocuk bu renk şelaleleri, hız düzlükleri ve gürültü dağları altında kaldığında konuşamayacak kadar mutlu olabilir. Ama en azından yirmi beş yaş üstü seyirci için bir uyarı işareti koyulmalıydı.

13 Haziran 2008 Cuma

The Happening: Fotosentez


“Altıncı His”le korku filmlerine yeni bir bakış getiren yönetmen Shyamalan ‘Mistik Olay’da eğer doğa insan ırkını yok etmeye karar verirse ne olur, diye soruyor.

Daha önceki filmlerinde eğer küçük oğlunuz ölü insanlar görmeye başlarsa (Altıncı His), ya da köyünüzün etrafı kana susamış canavarlarla çevrelenirse (Köy), peki ama uzaylılar mısır tarlalarıyla mesaj yollamaya başlarlarsa (İşaretler) ne olur gibi sorular soran Shyamalan, korkuyla büyüyen gözlerini bu kez ağaçlara çeviriyor. Ve yatağının altında bile canavar arayan küçük bir çocuk gibi soruyor: “Ya ağaçlar insan ırkını yok edecek zehirli bir gaz yaymaya başlarlarsa?” Bu kadar paranoya, kocaman kocaman açılmış gözleriyle kendi filmlerinden fırlamış gibi görünen – ve gerçekten de kendi filmlerinde oynayan - yönetmenin bünyesine zarar vermiş olabilir, fakat gene de yaz filmlerinin en çok para getiren ismi olmasını sağlamaya devam ediyor.
Einstein bütün arıların yeryüzünden silindiği günden dört sene sonra insanoğlunun da soyunun tükeneceğini söylemişti. ‘Mistik Olay’ da bir lise öğretmeni olan Elliot Moore’un (Whalberg) arıların soyunun tükenmekte olduğunu anlattığı dersiyle açılıyor. Moore öğrencilerin ilgisini bir türlü üzerine çekemiyor. Ama büyük şehirlerin parklarında, inşaat alanlarında, konser salonlarında toplu intiharlara başlayan insanlarla bu olay arasında bir bağlantı olduğu kısa zamanda ortaya çıkıyor. Başta bu intiharlara yol açan zehirli toksinlerin bir terörist saldırısı sonucu yayıldığı düşünülüyor, fakat biraz daha iyi araştırdıklarında bunu düşman ülkelerin değil, ağaçların yaydığı ortaya çıkıyor. Yapraklar yeşillenmeye yoğunlaşırlar, fakat bu sefer tüm dikkatlerini insan ırkını yok etmeye vermişler. Hayvanları yemeyerek içlerini rahatlatan vejetaryenleri de listelerinin başköşesine koymuş olmalılar.

Çekirdek aile

Bu basit ve açık havada geçen kıyamet filminin odak noktasında 1950’lerin Soğuk Savaş günlerinde çekilmiş bilimkurgularda olduğu gibi bir çekirdek aile var. 1950’lerde çekilmiş Hollywood filmlerinde Komünizm’in aile değerlerini yok ettiği ve bir burjuvazi ürünü olduğu gerekçesiyle aileyi dağıtmaya çalıştığı savunulurdu. Bu filmde de başroldeki çocuksuz Elliot ve Alma Moore (Deschanel) çiftinin yaşadığı evlilik krizinin felaketin nedenlerinden birini simgelediğini anlıyoruz. Shyamalan’ın filminde hayatta kalma güdüsüyle sürekli üreyerek büyüyen insan ırkı, modern zamanın getirdiği yozlaşmalar sonucunda ailesini küçültüp boşanmalarla dağıtarak doğal seleksiyona uğramayı hak ediyor gibi gösteriliyor. Moore’ların yanına annesiyle babasını kaybetmiş küçük bir kızı da katarak aileyi büyüten Hintli yönetmen affımıza sığınarak bu konuyu fazla uzatmıyor tabii ve hiçbir yerin güvenli olmadığı bir dünyada sığınılacak tek yerin bir başkasının kalbi olduğunu söyleyerek sözü bırakıyor. Doğanın intikamıyla ilgili son film bu olmayacak elbette, bizi düşündürecek yeni filmler de izleyeceğimizden eminim.

Broken English: Parçalı Bulutlu Mevsimler


John Cassavetes’in kızı Zoe ilk uzun metrajlı filminde bizi başının üzerinde kara bir bulut taşıyan Nora’yla tanıştırıyor.

Britanyalı indie/pop grubu Black Box Recorder’ın yorulmadığı “Seasons in the Sun” (Güneşli Mevsimler) adlı şarkının sözlerinde kız babasına şöyle seslenir: “Çok fazla şarap içtim ve çok fazla şarkı dinledim; hala hayatta olduğuma inanmak bile öyle zor ki.” Efsanevi yönetmen Nick Cassavetes’le oyuncu Gena Rowlands’ın kızı Zoe Cassavetes de ilk uzun metrajlı filminde adeta babasına böyle bir mesaj gönderiyor ve sahneye ite kaka şarkılarla ve şarapla kırılıp dökülmüş genç bir kadın çıkarıyor. Sigara içen, şarabından tedirgin yudumlar alan ve reçeteli haplarını yutan Nora’nın (Parker Posey) modern çağın depresif kadınlarına tırnak ısırtacak kadar etkileyici bir giriş yaptığını kabul etmek gerek. Muhteşem bir çıkış yapacağını da şimdiden bilmenizde bir sakınca yok.
New York’da bir butik otelde çalışan Nora eski moda ilişkiler ağına takılıp kalmış bir halde çırpınıyor, fakat erkeklerle şansı bir türlü yaver gitmiyor. İnternetteki randevu sitelerine kaydoluyor, iş yerindeki erkeklerle yakınlaşıyor, hatta annesinin kendisine erkek ayarlamasını bile kabul ediyor. O kadar uzun zamandır bir eş arıyor ki, artık istediğinin bu olup olmadığını bile hatırlamıyor. Sonuçta beraber olduğu erkeklerin günün sonunda ya bahsetmeyi unuttukları bir kız arkadaşları çıkıyor, ya da eski sevgililerini henüz unutamamış kırık dökük erkekler oldukları belli oluyor. “O kadar umutsuzum ki, kendi umutsuzluğuma ben bile dayanamıyorum,” diyor Nora. Tam da bu umutsuzluk onu daha fazla şaraba, hapa ve şarkıya boğmaya başladığında Fransız kurtarıcısı Julien ortaya çıkıyor. Burada şunu itiraf etmek lazım: küçük şapkalı, şaşkın bakışlı ve karizmatik Julien’in filme girişi her hangi başka bir filmde bütün kadınların yüreğini yerinden oynatacak açılarla çekilirdi. Ama Zoe Cassavetes bu Fransız yakışıklısını öyle doğal adımlarla filme alıyor ki, Nora’yla beraber seyirciye de bu adamın gerçek olamayacak kadar iyi olduğunu düşündürtüyor.

Ruhun kolyeleri

Sadece hafta sonu için New York’da olan Julien’le Nora arasında hemen bir kıvılcım çakıyor. Fakat genç adamın Paris’e dönecek olduğu fikri önce Nora’nın yüreğine iniyor, sonra onu yeniden umutsuzluğa sürüklüyor, ve en sonunda da tam anlamıyla felç diyor. Butik oteldeki işinden istifa ediyor ve bir cadının kendini tedavi etmesine izin verdikten sonra Julien’in peşinden soluğu Paris’te alıyor. Fakat boynunda parçalı bulutlu kolyeler taşıyan bu genç kadın oraya vardığında kendini hiç ummadığı bir halde buluyor.
Dibe vurduğunuzda her şey sona erer. Nora sonuçta dibe vuruyor ama bunu bir kar tanesi gibi hafifçe yapıyor. Ve biz de yağmurlar gelinceye kadar dünyanın onun için daha güvenli bir yer olduğunu anlıyoruz.

El Orfanato: Annelerin anahtarları



‘Pan’ın Labirenti’nin yönetmeni Del Toro’nun yapımcılığını üstlendiği ‘Yetimhane’ hayaletli ev temasını işleyen İspanyollara özgü bir korku filmi.

Bazı evler mezarları andırır. Hayaletleri, hepsi alacalı gözler gibi bakan pencereleri, kendi kendine açılıp kapanan kapıları ve yer değiştiren mobilyalarıyla yaşamla ölüm arasında açılan karanlık bir sandık gibidirler. İspanyol yönetmen Bayona’nın filmi ‘Yetimhane’ de bu türden hayaletli ev temasının gıcırdayan tahtaları üzerinde dikkatlice yürüyen bir korku filmi. Fakat hayaletli evler hakkında bildiğiniz her şeyi burada unutmanız gerekiyor. Çünkü Pan’ın Labirenti’nin yönetmeni Del Toro’nun gösterdiği yolda ilerleyen film imkansız binalar mimarı M.C. Escher’in kompozisyonları gibi bakış açılarına göre değişen perspektiflere ve anlamlara sahip. Yetimhane her yöne uzanan teleskopik koridorları, dönerek inen merdivenleri, bir çocuğun arasında yürüyebileceği kadar kalın duvarlarıyla zaten bilinçaltının zamansız ve mekansız labirentlerinde dolaştığını en baştan hissettiriyor.
Bu filme yetimhane binasının dehşetengiz gölgesi altından bakabilir, hayallerinizin korku dolu, kapkaranlık imgelerin altında boğulmasına izin verebilirsiniz. Ya da çocukluğunuza döner ve yüzünüzde hafif bir gülümsemeyle bunun aslında ‘Peter Pan’ hikayesine gönderme yaptığını fark edersiniz. Fakat en korkunç bakış açısı, karakterler üzerinden filmi anlamaya çalışmak olacak. Çünkü ‘Yetimhane’ tıpkı Bayona gibi İspanyol olan yönetmen Amenabar’ın ‘Diğerleri’ filmini andıran bir annelik kabusunu anlatıyor. Fantastik olanı mı gerçek olanı mı tercih edersiniz?

Her kadının kabusu

Filmin başında Belen Rueda’nın canlandırdığı Laura’nın yıllar sonra geri dönüp çocukluğunu geçirdiği yetimhaneyi satın aldığını ve burayı down sendromlu çocuklar için bir bakım evine dönüştürdüğünü öğreniyoruz. Laura’nın ayrıca üzerinde titrediği AIDS’li bir oğlu var. Kısa süre sonra oğlan hayali arkadaşlarıyla oynamaya başlıyor ve onların kendisini yakınlardaki deniz fenerinin altındaki mağaraya çağırdıklarını söylemeye başlıyor. Ardından da bahçede verilen bir maskeli partinin ardından sırra kadem basıyor. Oğlunu bulmak için dedektifliğe soyunan Laura bu travmatik olayın kendi çocukluğunda yetimhanede yaşanmış bir cinayetle bağlantılı olduğunu fark ediyor. Ve Peter Pan’ın çocuklukla annelik arasında sıkışıp kalmış arkadaşı Wendy gibi bu gizemi çözmekte anahtar rol üstleniyor.
Şunu unutmayın elinize aldığınız o anahtar kapının açılmasından olduğu kadar kapının kilitli olmasından da sorumludur. Biri AIDS’li geri kalanları ise down sendromlu bir sürü çocuğa bakmak ise her kadın için -bir azize olmadığı sürece- büyük bir yüktür. Film bu yükü bir kabusa dönüştürüyor ve partideki maskeler aracılığıyla bize hiç kimsenin göründüğü gibi olmadığını anlatmaya çalışıyor.

The Other Boleyn Girl: Anne Boleyn İdama Ne Giydi?



İngiltere kralı VIII. Henry’nin ilgisini çekmek için birbirleriyle yarışan Boleyn kızları günümüzün Paris ve Nicky Hilton’larını andırsalar da aslında ikisi de birer feminist figür.

Daha önce pek az genç kız tarih sayfalarındaki dedikodu sütunlarından nasibini Boleyn kardeşler kadar şiddetli almıştır. İngiltere kralı VIII. Henry’nin ilgisini çekmek için Tudor sarayına girdikleri söylenen göz alıcı Boleyn kızları günümüzün Paris ve Nicky Hilton’ları kadar hafif ve geçici sayılabilirlerdi. Ancak sarayda kraliçenin alternatifi bir moda yaratacak kadar aykırı olan kız kardeşler kral dahil bütün saray ahalisinin ilgisini çekmiş ve feminist düşüncenin ilk tohumlarının yanı sıra Avrupa tarihinin değişmesinde de önemli bir rol oynamışlardı. Boleyn kızlarının bütün bu göz alıcı imajları, oldukça katı ve karanlık bir misyona kapak görevi görüyordu. Onlar aslında babaları tarafından kralla yatmaya ve kraliçenin ona veremediği erkek evladı doğurup asalet merdivenlerinde yükselmeye zorlanan iki kardeşti. Ancak kral üzerinde hiç beklenmedik bir güç kazanıp İngiltere’nin Katolik kilisesinden ayrılmasına ve Elizabeth gibi muhteşem bir kraliçenin dünyaya gelmesine yol açmışlardı.

Kız kardeş savaşları

Philippa Gregory’nin çok satan romandan aynı isimle beyazperdeye uyarlanan filmde Anne ve Mary Boleyn kardeşleri Natalie Portman ve Scarlett Johansson canlandırıyorlar. Biri esmer ve hırslı, öteki sarışın ve şefkatli iki kız kardeşten kralın ilgisini beklenenin aksine ilk Mary çekiyor. Bunun üzerine Paris’e dillere destan Versailles sarayına yollanan Anne burada öğrendiği yöntemler sayesinde geri döndüğünde kralın ilgisini tekrar kardeşinin üzerinden kendine çekmeyi başarıyor. Anne’le beraber olabilmek için kraliçeden boşanan kral VIII. Henry bu uğurda Katolik kilisesinden de kopuyor. Bu tarihi dönemeçte taç giyen Anne Boleyn kendinden önceki kraliçe Aragonlu Catherine gibi tahta sadece tek bir kız evlat verebiliyor: gelecekte müthiş bir güç kazanacak bir kraliçe; ama şimdilik melekler kadar masum olan küçük Elizabeth.

I'm Not There: Altı Telli Adam



Amerikan folk müziğinin isyankar şairi Bob Dylan’ın hayatı avant-garde yönetmen Todd Haynes’in elinde gitarın telleri gibi altı farklı parçaya bölünüyor.

Ne zaman durup da şöyle bir etrafıma baksak modern popüler kültürün Marilyn Monroe’dan Madonna’ya kadar, iz bırakan büyük sanatçıların taklitleriyle dolu olduğunu fark ediriz. Kalıbı son derece sağlam bir ayakkabıyı andıran Bob Dylan ise geçen yıllar boyunca modern kültür karşısında hep biraz zorluk çıkartmışa benziyor. Yalnız kalpli bir mistik olarak Robert Zimmerman adıyla dünyaya gelen sanatçının gizemli katmanları olan bir yaşam öyküsü var. Eisenhower dönemi Amerika’sında Yahudi bir genç olarak büyümüş ve soyadını İrlandalı şair Dylan Thomas’dan etkilendiği için değiştirmiş. Cıva gibi çabuk değişen kişiliği sayesinde bazen altına bazense çöpe dönüşebilen ama eşsizliğini asla kaybetmeyen şarkılar yazmış. Dylan, modern kültürü yaşamaktansa onu tercüme etme gereksinimi duyan ve umursamaz bir ses tonuyla “Ne zaman her şeyini kaybettiğini düşünsen, hala kaybedecek bir şeyler daha olduğunu fark edersin,” gibi anlaşılması güç sözler eden bir sanatçı. Herkes konuşup içerken, gitar çalıp rollerini ezberlerken Bob Dylan sanki hiç orada olmamış, hep bambaşka bir dünyadaymış gibi oturuyor modern kültürün ortasında. Arada bir bizden uzaklaşıyor, sonra tekrar aramıza dönüp daktilosunda bir şeyler yazıyor, gitarını hafifçe tıngırdatıyor ve bu bile bazen insanın vücudundaki bütün kanın çekilmesine neden olabiliyor.

Lunaparktaki aynalar

Bir tanrıyı anlatmak imkansızdır. Todd Haynes de Bob Dylan’a böyle yaklaşıyor: Tanrı tanımaz bir efsaneyi tanrısallaştırıp, içinde onun olmadığı hikayeler anlatarak bir Bob Dylan biyografisi toparlamaya çalışıyor. Lunaparktaki aynalar insanın kafasını nasıl balon gibi büyütür, bacaklarını kısaltır, parmaklarını spagetti gibi uzatırsa Todd Haynes’in filmi de Bob Dylan’ın altı farklı yüzünü böyle çarpıtarak, kısaltıp uzatarak kameraya alıyor. Onu tutup, hiçbirinin Dylan ismini taşımadığı ama o evrenin bir parçası olan zenci bir çocuktan, Rimbaud adında isyankar bir şaire, hatta Cate Blanchett’in nefes kesen oyunculuğuyla bir kadına dönüştürüyor. Bob Dylan’ın kendisinin anlatıldığı bu nükteli kısa hikayeler gitarın telleri gibi birbirinden farklı sesler veriyorlar. Film uzadıkça uzuyor, tam bittiğine inanırken tellerden biri kısa bir solo daha atıyor. Sonuçta şunu bilmeniz gerekiyor: Aradığınız Bob Dylan’sa bu film size onu vermeyecek. Ama herhalde modern kültürün kapanlarından kolayca kurtulan Dylan kadar kıvrak bir balığı yakalamak için denize altı tane olta atılsaydı, uçlarına yem diye filmdeki bu karakterler geçirilirdi. Biz yutmayız belki ama Bob Dylan bunları yutabilir.

Caramel: Kadınlığın Dikiş İzleri


Lübnan’lı yönetmen Nadine Labaki’nin Beyrut’un bombalanmasından dokuz gün önce çekimleri sona eren filmi ‘Karamel’ kadın dünyasının kapitone noktalarında geziyor.

Dünyanın hangi coğrafyasında olurlarsa olsunlar terzi dükkânları, güzellik salonları ve kadın doğum klinikleri kadınlara hep aynı yerlermiş gibi görünürler. Makasların, iğnelerin, ipliklerin, raptiyelerin ve cımbızların çalıştığı bu yerlerde kadınların bedenleri ölçülüp biçilir, boşluklar renkli kumaşlarla tamamlanır, yırtıklar bir güzel dikilir ve her şey bir kez daha yeni gibi olur.
Nadine Labaki’nin İstanbul Film Festivali’nin açılışında gösterilen ‘Karamel’ adlı filmi de dünyalarını göz alıcı kumaşlarla örten farklı yaşlardaki altı kadının etrafında dolaşıyor ve hepsinin kapitone noktalarında durup raptiyeleri teker teker sökerek yünlerden ve pamuklardan oluşan iç dünyalarını dışarı döküyor.
Nadine Labaki’nin “Beyrut’uma” adadığı film Si Belle adında bir güzellik salonunda açılıyor. Senaryoyu yazan kadın yönetmen filmin başrolündeki Layale karakterini de canlandırıyor. Layale güzellik salonunun sahibi ve kendi parasını kazanıyor olmasına rağmen evlenmediği için hala ailesiyle yaşayan genç bir kadın. Evli bir erkekle bir ilişkisi olan Layale, “Bir korna sesine tabi olan bir varlığım var,” diyerek içini döküyor kuafördeki arkadaşlarına. Çünkü karısından gizli, çöplerin atıldığı ıssız mekanlarda buluştuğu sevgilisi, onu kuaförün önüne gelip kornaya basarak çağırıyor ve bu bile Layale’in işini yarım bırakıp koşarak onun yanına gitmesine yetiyor.

Ağdalı hisler

Layale’in arkadaşları da kendi bastırılmış arzularının eşiklerinde kararsızca bekleşen kadınlardan oluşuyor. Düğünü yaklaşan Nesrin müstakbel kocası onun bakire olmadığını öğrenecek diye endişeleniyor. Kısa zaman önce boşanan Jamale televizyon reklâmlarında rol almak için kendini genç ve güzel kızlarla yarışmak zorunda hissediyor. Yerleri temizleyip saç yıkayan Rima, terzi Rose ve sokaktaki kağıtları sevgilisinin kendisine yazdığı mektuplar zannedip toplayan bunamış ablası Lili gibi kapı aralıklarından ve pencere pervazlarından görülen bütün bu kadınların hepsi bir bekleyiş içindeler. Onların içini dışarı çıkaran şeyi ise Beyrut’ta kadınların ağda yapmak için kullandıkları karamel simgeliyor. Vajinasını diktiren, aşık olduğu kadınların saçlarını kesen, yaşlılığını makyajların altına gizleyen ve hala adet gördüğünü göstermek için tuvalet kağıtlarına kırmızı boya süren bu bir avuç kadının hayatını anlatan film, onların bastırılmış duygularını çığlık çığlığa dışarı vurmalarına izin vererek aynı zamanda da bir ağda görevi görüyor.

Tropa de Elite: Kafatasından Şehirler


Jose Padilha, Berlin’de Altın Ayı alan filminde Rio’nun varoşlarına giriyor ve anlaşılması güç bir denge kurarak polisin yarattığı dehşeti anlamamızı sağlıyor.

Şehrin sınırları dışına çıktığınızda sizi koruyacak tek şey ormandır. Şehrin içindeyse duvar resimleri size nasıl bir cehennemde olduğunuzu hatırlatır. Bir zamanlar Rio sadece orman ve sadece nehirdi. Şimdiyse bu bereketli topraklar kendilerini aslan, kaplan, kartal ve panter zanneden güçlü ülkeler tarafından sistemli bir şekilde yok ediliyor. Onlar Brezilya’nın demir madenlerinin üzerinde uyuyor, kömürü altına çeviriyor ve ormanları yok edip kendi karınlarını doyuruyorlar. Dünyanın en çok sömürülen ülkelerinden biri olan Brezilya’nın köpekleri, böcekleri ve sıçanları kenar mahallelere itiliyor ve görüldükleri yerde vuruluyorlar. Onlar Latin Amerika’yı İspanyol sömürgesi olmaktan kurtaran Simon Bolivar’ın kurban ettiği kitleler. Onlar büyük ve sistemli bir döngünün dışına atılan artıklar. Ve Berlin Film Festivali’nde Costa Gavras başkanlığındaki jüriden Altın Ayı alan ‘Özel Tim’in Brezilyalı genç yönetmeni Jose Padilha’nın kamerasının kenarına ilişenler.
Konusunu on iki polis memuru ve polis teşkilatı içindeki bir psikiatristin anlattıklarından alan filmde, 1997 yılında Papa’nın Rio de Janerio’yu ziyaretine aylar kala yaşanan vahşi temizlik anlatılıyor. Papa’nın kalacağı yerlere yakın suç oranı yüksek varoşlara Rio de Janerio’nun askeri polis teşkilatının içinde özel bir güç olan BOPE (Portekizce: Batalhao de Operaçoes Policiais Especiais) teker teker darbe indiriyor. Fakat uyuşturucu trafiği devam etsin diye polisin verdiği rüşvetlerle güçlenmiş olan uyuşturucu patronlarının ellerindeki savaş silahlarını bırakmaya niyeti yok. Neden bir kez verdiğini geri alasın ki?

Kenardan düşenler

Filmin merkezini bulmakta hiç güçlük çekmiyorsunuz; baktığı yeri görmekse o kadar kolay değil. Çünkü olaylar amblemi kafatası olan BOPE’nin yüzbaşısı Nascimento’nun bakış açısıyla anlatılsa da, asıl konunun onun timinin elinde can veren kenar mahalle çocukları olduğunu anlamamak için gözlerinizi iyice açmanız lazım. Görmemiz gerekenler Brezilya’yı yöneten sistemin merkezindekiler değil; kenarından patır patır dökülenler. Bu açıdan Jose Padilha çok dürüst davranıyor ve kenar mahalleleri filminin merkezine değil, her zaman oldukları yere, kenara koyup düşmek üzere olduklarını görmemizi sağlıyor. Fakat şimdiden uyarıyorum, bunu anlamanızı sağlayacak sahne sayısı fazla değil. Çünkü bu film, marihuana içip burunlarına kokain çeken üniversiteli burjuva gençler gibi polisi protesto etmek konusunda aceleci davranmıyor. Önce o kokainin ve marihuananın geldiği yerde ailelerin yok edildiğini, çocukların öldüğünü bilmemizi istiyor.

Be Kind Rewind: Kendin Çek, Kendin İzle



Sinema tarihinin en iyi filmleri silinirse onların yerine ne koyarsınız? Bunun için yeni bir terim üreten Michel Gondry son filminde bize bir cevap veriyor.

Michel Gondry’nin hatırladığı ilk şey, tuvaletini yaptığı gün arkasını dönüp klozete baktığında gördüğü “mükemmel” eseri olmalı. Çünkü yaratmanın tadını alan Fransız, o gün bu gündür ele geçirdiği her şeyi kullanarak üretmeye devam ediyor. Kartonlar, plastikler, ipler, pamuklar, jelâtinler, Gondry’nin film çekmek için kullandığı araçlar olsa da… hayır, o bir elinde tutkal, bir elinde makasla çalışan sekiz yaşında yetenekli bir el işi dersi öğrencisi değil. O, Radiohead, White Stripes, Bjork ve Rolling Stones için dahice klipler ve ‘Sil Baştan,’ ‘Rüya Bilmecesi’ gibi eşi benzeri görülmemiş filmler çeken nostaljik bir yönetmen. Herhalde onun kadar geçmişe düşkün olmayan hiç kimsenin aklına VHS videodan DVD’ye geçmeyi reddeden bir video dükkanı hakkındaki bir film çekmek gelmezdi. Ve ‘Lütfen Başa Sarın,’ yanında sinema literatürüne girecek bir terim olan ‘Swed’le ortaya çıkmazdı.
Hepiniz çocukken kartondan evler, kağıttan bebekler, şemsiyeden paraşütler, hatta belki banyo küvetinden arabalar yapmış ve seyrettiğiniz filmleri yeniden canlandırmışsınızdır. İşte henüz Türkçesi olmayan ‘Swed’ basit bir teknoloji kullanarak var olan bir sinema eserini yeniden çekmek demek. Daha az olanak ve daha büyük bir yaratıcılıkla. Kelime kökünü Sweden’dan (İsveç) alıyor. Nedenini birazdan açıklayacağım, ama önce filmin konusunu öğrenelim. Filmde henüz DVD’ye geçmemiş bir videocuda çalışan Mike (Def) ve onun kafası avangart fikirlerle dolu dostu, çöpçülük yapan Jerry (Black) ile tanışıyoruz. Jerry baş ağrılarına neden olduğuna inandığı yakınlardaki bir güç santraline sabotaj düzenliyor. Ancak planı geri tepiyor ve vücudu elektrikle yükleniyor. Video dükkanına geri geldiğinde üzerindeki manyetik güç alanı yüzünden dokunduğu bütün filmler silinmeye başlıyor. Dükkanın tek müşterisi olan bunak Bayan Falewicz’i (Mia Farrow) hayal kırıklığına uğratmamak ve iflas etmemek için Mike ile Jerry ancak bir çocuğun aklına gelebilecek bir plan yapıyorlar: Filmleri yeniden çekmek.

Duvarkağıdı filmler

Komşuların yardımı ve çevreden topladıkları çer çöple ‘Hayalet Avcıları,’ ‘Bayan Daisy’nin Şoförü,’ ‘Aslan Kral’ ve ‘King Kong’ gibi filmleri yeniden çekmeye başlıyorlar. Elbette sipariş edilen filmlerin müşteriye verilmesi uzun zaman alıyor. Bunun nedeni sorulduğunda da “Sweding” kelimesini yaratan İsveç’den geldiğini söylüyorlar. Çocuksu bir duyarlılığa sahip filmleri beyazperdeden çok “grafittiduvarı” ya da “duvarkağıdı” olarak nitelendirilebilecek sürrealist bir yönetmen için mükemmel bir terim. Filmi tekrar tekrar izlemek isteyecek ve belki de “swed”leyeceksiniz.

Macera Adası: Dürbünün Ucundaki Kız


Wendy Orr’un dokuz yaşındayken yazmaya başladığı hikayesinden uyarlanan film çocuklara olduğu kadar içimizdeki çocuklara da hitap eden tropik bir macera.

Kar kadar beyaz deniz kabuklarının vurduğu altın kumlar, dalgaların çarpıp etrafa gökkuşakları fışkırttığı kayalıklar, gizli köşelerinde çağlayan şelaleler ve ucu bucağı görünmeyen sisli bir yağmur ormanının uzandığı ıssız bir ada düşünün. Arkadaşları ayı balıkları ve iguanalar olan Nim (Abigale Breslin) adındaki küçük kız burada her çocuğun hayal ettiği bir hayat yaşıyor. Onun sabah kalkıp okula gitmek gibi bir derdi yok. Bunu yerine üzerine tırmandığı palmiye ağaçları ve eğitilmiş hayvanlardan oluşan arkadaşları var. Annesi bir mavi balinanın midesindeki mikropları araştırırken, hayvanın suyun dibine kaçması sonucu ortadan kaybolmuş ve Nim babasıyla beraber dünyanın en güzel adasında, çimenlerin kumsalla birleştiği yerde bir ağaç ev yapıp içinde yaşamaya başlamış. Film, Nim’in babasının planktonlarla ilgili bir araştırma yapmak için denize açıldığı bir gün başlıyor. Adam fırtınaya yakalanıyor ve denizde kayboluyor. Üstüne üstlük aynı günlerde adanın yanardağı da harekete geçiyor ve bir grup korsan kıyıya çıkıyor. Tüm bunların ortasında tehlikelerle karşı karşıya kalan küçük kız, en sevdiği roman kahramanı Alex Rover’dan yardım istemeye karar veriyor ve ona bir e-mail atıyor.

Indiana Jodie

Fakat Indiana Jones tarzı bir roman kahramanı olan Alex, aslında Alexandra (Jodie Foster) adında çok satan macera romanları yazarı bir kadının üst-egosu. Nim, ne kadar atılgan ruhlu ve güneş gibi parlayan hevesiyle rengarenk bir genç kız ise, San Francisco’da Viktorya tarzı bir evde yaşayan Alexandra da o kadar içine kapanık ve evinin sınırları içinden çıkmaya korkan sinmiş orta yaşlı bir kadın. Alexandra’nın mikroplardan arındırılmış evi onu dış dünyadan koruyan bir kale gibi. Evin her köşesi dünyanın dört bir yanından gelen öyle objelerle dolu ki, bu kadının kapısından dışarı bir adım bile atmamasına rağmen dünyayı evine getirmeyi başardığı anlaşılıyor. Nim’in bir ağacın tepesinde sallanan eviyse dış dünyanın bütün tehlikesine – aynı zamanda eğlencesine – açık. Sonunda Alexandra küçük kızın yardım çağrısını karşılıksız bırakamıyor ve zorla da olsa evinden ayrılıp adaya doğru dehşet verici bir yolculuğa çıkıyor. Bu andan itibaren kadınla kızın beraber giriştikleri macera ister ıssız bir adada olsun, ister kocaman bir evde, dış dünyadan saklanmayı bırakıp kendi hikayenin kahramanı olmayı anlatıyor. Ama vereceği anlam ifade eden herhangi bir cevabı denizaslanlarına göbek attırıp, şişko Avustralyalı turistleri göstererek berbat etmekte üstüne yok.
Filmi seyrettikten sonra elinize bir dürbün alın ve ucunu içinize çevirin. Orada küçük bir çocuk göreceksiniz. Ve güneşin pırıl pırıl parıldadığı bu film içinizdeki çocuğun ciğerlerini tropikal bir kahkahayla doldurmuş olacak.

25 Mart 2008 Salı

Sesler: Bilgi sarnıçları, kelime çeşmeleri



Ursula K. Le Guin ‘Sesler’de kütüphaneleri yağmalanan ve bilgileri yok edilen bir halkın izlerini sürüyor ve aynısının İskenderiye Kütüphanesi ya da Bağdat Müzesi’nde yaşandığı bir insanlık vahşeti anlatıyor.

Karanlığı lanetlemeden önce bir mum yakalım. Çünkü uğruna ağlanacak çok şey var. Korumak istedikleri kitaplarla beraber yakılan, yıkılan kütüphanelerden ayrılmak istemedikleri için diri diri gömülen, fikirleri yüzünden hayatları boyunca hapislerde çürüyen insanlar, bir zamanlar sevgiyle yoğrulmuş tanrı heykelciklerinin küfredercesine tahrip edilmiş yüzleri, zafer naraları eşliğinde yerle bir edilen bir Buda heykeli… Ayaklarımızın altında İskenderiye Kütüphanesi’nden beri bilginin tahrip edildiği bir tarih uzanıyor. Ve Marifetler serisinin ikinci kitabı ‘Sesler’de Ursula K. Le Guin, bize evimizi neyin üzerine inşa ettiğimizi öğrenmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Son olarak Bağdat Müzesi’nde yaşanan acımasız talan gibi, gün gelecek belki hepimiz için ışıklar sönecek ve hayatta kalmak için etrafımızı sarmalayan karanlığı tanımamız gerekecek. Bu da ancak yürekteki tanrının taşlardaki ve kelimelerdeki tanrıyı tanımasıyla mümkün olabilir.
Kitapta anlatılan Ansul şehrinin hikayesi her şeyden önce kitaplardan konuşan ve taşlarda oturan binlerce tanrıyla ilgili. Şehrin sokaklarında, binalarının önünde, kavşaklarında insanların dua edebileceği minik adak yerleri var. Bazı tapınaklar ağaçlarda asılı ve kuşlara ev sahipliği yapıyor. Ayrıca evlerin hatta odaların içinde oranın ruhu için oyulmuş nişler var. Ansul halkı dua etmek için tapınaklara girmiyor. Onlar zaten binlerce tanrı ve ruhla koyun koyuna kalabalık bir tapınakta yaşıyorlar ve burayı hayvanlarla, bitkilerle paylaşıyorlar. Fakat bin tanrılı Ansul şehri on yedi yıl önce çölden gelen tek tanrılı Ald kuvvetleri tarafından işgal edilmiş. Yeryüzünde şeytanın dolaştığına inanan Aldlar, okumayı bilmedikleri için kitapların iblisler ve şeytani ruhlarla dolu olduğuna, bilim ve hüner merkezi olmasıyla ün salmış Ansul şehrinin de kütüphanelerinde kötülüğün biriktirildiğine inanıyorlar. Bakamadıkları yere sırtlarını da dönemedikleri için zorla ele geçirmişler şehri. Aslında bu biraz da onların tekliğe inançlarından kaynaklanıyor: tek bir tanrı ya da tek bir kral. Sabit bir fikirle hareket edebiliyor ve dünyalarını düşmanlarla doldurmaya devam edebiliyorlar. Ansul halkıysa kalabalıkları tercih ediyor, kendi topraklarında tanrıları ve ruhlarıyla barış içinde yaşıyor.
Aldlar, Ansul’u “doğru yola sokmak için” bilgilerini yok edip onları cehaletin karanlığına hapsediyorlar. Fakat bilgiyi koruyan ve içine girdikleri karanlıktaki sesleri duymayı başaran insanlar var ve bunlardan biri de bir işgal çocuğu olan (annesi Ald askerleri tarafından tecavüze uğrayıp hamile kalmış) on yedi yaşındaki Memer ve Ald işkenceleriyle sakat kalmış Seferbeyi.
Başkalarının karanlığı
“Korkmanı gerektirecek bir şey yok Memer,” diyor Seferbeyi ve hepimiz duyalım diye ekliyor: “Bazıları korkabilir, ama sen korkma.” ‘Sesler’ bize korkunun sessizliği, sessizliğin de korkuyu doğurduğunu anlatıyor; korktuğumuzun başkalarının karanlığı olduğunu. Bütün sorun ötekilerin bildiklerini bilmediğimiz için onlara delirmişler gibi bakmamızdan kaynaklanıyor. Fakat unutmamak gerekir ki, gökyüzünde tüm yıldızları ve tanrıları barındıracak kadar büyük bir karanlık var. Ve hepimiz aynı göğün altındayız.
Kitabın kapağını kapatıp Bağdat’ı düşünmemek imkansız. Bombalandığı o ilk sabah yeni doğan güneşe, çiçek açan ağaçların güzelliğine ve kuşların cıvıltılarına rağmen ölümcül bir sessizlik şehre yayılmıştı. Las Vegas’ta hür insanlar tarafından olağanüstü bir piramit inşa ettiğine inanan bir halkın askeri, yanından geçtiği, bin yıllardır o taşlara resmedilmiş halde şehri bekleyen kanatlı aslan kabartmasının sessizliğinden olanca gücüyle haykıran sesi duymuyordu. Oysaki kitapta da dediği gibi o ses sanki sadece “Kırılanı, kırılmış onarır,” demeye çalışıyordu.

Kıyamet Öyküleri: Düşlerin sonundan haberler



Donnie Darko’nun yönetmeni Richard Kelly’nin son filmi bizleri kıyamet-sonrası bir dünyada geçen sinema-sonrası bir deneyime davet ediyor.

Farklı dilleri tek perdede birleştiren sinema salonları günümüzün Babil Kuleleri, filmler ise gerçeğin yüzüne geçirilmiş pırıltılı ya da grotesk maskelerdir. Böyle düşünceler doğrultusunda ilerleyen ‘Kıyamet Öyküleri’ her şeyden önce bu tür bir yapıt olmamasıyla öne çıkan bir film. Maskelerin paramparça olduğu, ipliklerin sarktığı, simlerin döküldüğü görüntüler eşliğinde açıla saçıla ilerleyen beyazperdeye dair bir kıyamet filmi. Hem dünyanın sonunu anlatıyor, hem de bildiğimiz sinemanın sonunu.
Richard Kelly’nin filmlerinde rüyaların, ölümün moleküllerini etrafa saldığını hissederiz. Donnie Darko’nun sonunda gökten yeryüzüne sarkan kıyamet bulutu, ‘Kıyamet Öyküleri’nde Teksas semalarında yükselen bir atom bombası olarak zuhur ediyor. Bombanın ardından III. Dünya Savaşı çıkıyor, dünyanın dönme hızı yavaşlıyor ve herkesin güvenlik kameralarıyla teker teker izlendiği bir polis devleti kuruluyor. Dünyanın sonu bildiğimiz ve bilmediğimiz şekillerde gelmiş olmasına rağmen filmde asıl şaşırtıcı olan insanların hala partiler veriyor, içkiler içip sahildeki restoranlarda buluşuyor olmaları. Los Angeles semalarında zenginler bir mega-zeplinde eğlenirken, aşağıdaki sokaklarda “Neo-Marksist” gerillalarla polisler silahlı çatışmaya giriyorlar. Kelly’nin filmine bir karnaval havası hakim. Ama uyarıları dikkate aldıysanız, bu karnavalda maskelerin çoktan kopartılıp atılmış ve ayaklar altında çiğnenmeye başlanmış olduğunu fark edebilirsiniz. Ancak maskenin altındaki gerçek kimlik daha da büyük bir sorun teşkil ediyor. Örneğin Dwayne –The Rock- Johnson’ın canlandırdığı Boxer Santaros adındaki karakteri ele alalım. Ünlü bir popüler yıldız olan Santaros, atom bombası atıldığında çölde kaybolmuş ve hafızasını kaybetmiş. Şimdi herkes onu tanısa da, o hatırlamadığı kurgusal bir hayatı sürmek zorunda. Üstüne üstlük aklı, kendisinin yazmış olduğu bir kıyamet senaryosundaki karakterin rolüne kayıp duruyor. Onun bu sanal kimliği ‘Kıyamet Öyküleri’ndeki gerçeklik simülasyonu örneklerinden sadece bir tanesi.

Nabzınız atıyor mu?

Edebi göndermeler, sanki araya reklam alacakmış gibi aniden kesilen sahneler ve bir mültimedya bombardımanı altında ilerleyen ‘Kıyamet Öyküleri’ni yadırgayabilir ve ondan sinema tadı almadığınızı söyleyebilirsiniz. Şunu bilin ki kesinlikle yalnız değilsiniz; Cannes’daki ilk gösteriminde yuhalanan bir film var karşınızda. Justin Timberlake’den Sarah – Buffy – Gellar’a bütün oyuncuları popüler kültürün en tanınmış sanatçıları arasından kepçeyle alınmış gibi duruyor ve uzunca bir halüsinasyon deneyimi yaşatıyor. Gene de ‘Kıyamet Öyküleri’ dijital ve video merkezli bir dönemde bizi yepyeni bir medya organıyla tanıştırıyor ve sinemanın bütün mantığını yıktığı için aslında köküne kadar sinemaya ait bir film olarak ağızda geleceğe dair egzotik bir tat bırakıyor.

Kalpazanlar : Benim de bir Yahudim var!


En iyi yabancı film Oscar’ını kazanan ‘Kalpazanlar’ II. Dünya Savaşı yıllarında geçen iki taraflı bir kahramanlık öyküsü

Tarihin laneti mi, yoksa sanatın kutsaması mı bilinmez, Alman toplama kamplarında geçen filmler Avrupa sinemasının doğurmaya doymadığı bir tür halini aldı. Büyükbabasıyla büyükannesi bir Nazi sempatizanı olan yönetmen Ruzowitsky’nin ‘Kalpazanlar’ı Alman toplama kamplarından kurtulmayı başaran bir grup Yahudi’nin öyküsünü anlatıyor. Ve şöyle bir soru soruyor: Kahraman dediğimiz kişi kendisini ve arkadaşlarını kurtarmak için düşmanını besleyip büyüten midir, yoksa düşmanını yok etmek uğruna kendisiyle beraber arkadaşlarını da ölüme götüren mi?
Bütün bu sorulardan önce film, savaşın sona erdiği yıl Monte Carlo’da açılıyor. Bir adamın elinde içi para dolu bir çantayla kumsaldan uzaklaşıp bir kumarhaneye girdiğini görüyoruz. Gecenin sonlarına doğru adamın kolundaki Yahudi damgası ortaya çıkıyor ve bu işaret bizi geçmişe, savaşın başladığı yıllara götürüyor. Kumarbazın eskiden zevk ve sefa düşkünü büyük kalpazan Solomon –Sally - Sorowitsch olduğunu öğreniyoruz. Ancak hem Yahudi hem de suçlu olan bu adam yakalanıp toplama kamplarına gönderiliyor. Bir süre SS subaylarının resimlerini yaparak hayatta kalan Sally, çok yakında Sachsenhausen kampına transfer edileceğini öğreniyor. Onu bekleyen yer bir atölye ve burada Almanlar “Bernhard Operasyonu” adı altında İngiliz sterlini ya da Amerikan doları basıp bu iki ülkenin ekonomisini çökertmeyi amaçlıyorlar. Sally, her gün belki yüzlercesi öldürülen öteki Yahudilerden tahta perdeyle ayrılmış bir kısımda, grafikerler ve baskıcılardan toplanmış temiz ve sağlıklı bir grup Yahudi’yle beraber kimsenin gerçeğinden ayırt edemediği sterlinler basıyor. Fakat iş dolara geldiğinde ekipteki öteki arkadaşı Burger buna daha fazla dayanamayacağını söyleyerek işlemi sabote etmeye başlıyor. Bir gün daha yaşamak uğruna bu savaşta Nazilerin tarafında daha fazla çalışmak istemiyor.

Kim olursan ol, bir taraf seç

Kaput adlı kitabında insan doğasının yüz karartıcı gerçeklerini kelimelere dökerek II. Dünya Savaşı’ndaki Avrupa’nın freskini gözler önüne seren İtalyan romancı Malaparte, sokaklarda “Benim de bir zencim var,” diyerek dolaşan fakir İtalyan çocuklarının rahatsız edici mutluluğunu, alınıp satıldıkları halde genelevlerde, barlarda gezen siyahi askerlerin ironik öyküsünü anlatır. Bu açıdan bakıldığında Ruzowitsky’nin gerçek bir öyküye dayanan ‘Kalpazanlar’ı tam da Malaparte’nin “zencilerini” andırıyor. Sıcak banyo, yumuşak yastıklar ve hayatta kalmak uğruna Almanlar adına çalışan bir grup Yahudi, bize aynı anda hem zulüm görmüş ve boyun eğdirilmiş, hem de değer gören köleler olarak sunuluyorlar. Onlar hem dostlar, hem de düşman. Hem hürler, hem de köle…

8 Mart 2008 Cumartesi

Juno: Geometri sınavı mı, hamilelik mi?



Eski striptizci ve telefonda seks hattı çalışanı Diablo Cody’nin senaryosuyla Oscar kazanan Juno’da, on altı yaşında hamile kalan bir kızın bir argo ve popüler kültür hazinesini andıran hikayesi anlatılıyor.

Siz ışıkları karartın, ben şişeyi çevireyim ve dolapta altı yedi dakika neye yol açıyormuş görelim. Sonuçta bu yazıyı okumak en fazla bu kadar sürer, değil mi? Şimdi şişe çevirmece sonucu dolapta geçirilen o altı yedi dakikaya yaraşır bir film yazısı yazacağım. Çünkü Juno, tam da böylesini hak ediyor.
Popüler kültürün içinden fırlamış genç bir kızın hikayesi en iyi bir günlük sayfasına pastel boyayla çizilen resimlerle başlar. Film bizi Juno’nun gezegenine bu tür küçük bir animasyonla sokuyor. Juno McGuff, He-Man, Voltron, Thudercats ve Scooby Doo seyretmek için erkenden kalkmaya, sonrasında da havalı BMX marka bisikletine binmeye bayılan ve geometriden ödü kopan çok tanıdık bir kız. Ayağından Converse’lerini, elinden hamburger şeklindeki telefonunu, ağzından tütünsüz piposunu, odasının duvarından posterleri, çizimleri ve simli çıkartmaları eksik etmiyor. Hole ve Iggy Pop CD’leri, çizgi romanlar biriktiriyor ve yaşlandığında evinde bir scrabble oyunu, masasında yemeği, iyi dostları ve ailesi olursa kendini mutlu hissedebileceğini düşünüyor. Fakat ne yazık ki, ismi Juno olan bu kız ağzında bir fili ezebilecek kadar ağır bir argo hazinesi barındırıyor ve insanı korkutacak derecede İtalyan korku filmlerindeki kana susamış katillere bayılıyor. Yani Juno McGuff, 90’ların MTV’sinden, eğimsiz olduğu için perdedeki alt yazıları okuyamadığın eski sinema salonlarından, polaroid makinelerinden fırlamış bir tip gibi görünüyor. Her ne kadar 2000’lerde yaşasa da, onun 90’lardan kalma yıllık fotoğrafındaki kameraya bakarak somurtan yüzden farkı yok… Fakat Juno’nun bu eski moda havalarında Eski Ahitten fırlamış bir durum var: Juno McGuff hamile ve karnı sıkılmak için bekleyen bir ergenlik sivilcesi gibi şişmekte!
Juno hakkında bu kadar dedikodu yeter. Zaten artık onu gözünüzde canlandırabiliyor olmanız lazım. Bir gece şişe çevirmece kadar masumca bir meraktan ötürü okulun eziği Bleeker’la sevişip hamile kalıyor ve sonrasında kürtaj kliniğinin bekleme salonunda korkuya kapılıp bebeği evlatlık vermeye karar veriyor. Kendi tabiriyle, “dölünü” evlatlık verecek “mükemmel” çifti bulması fazla zamanını almıyor. Ancak pembe bir sakız gibi şiştikçe Jennifer Garner ve Jason Bateman’ın canlandırdığı çiftin de evliliklerinde sorunlar olduğunu anlamaya başlıyor. Ve patlamadan önce pembe kurşun kalemle son kararını bir defter sayfasına yazıp hayatına devam ediyor. Yani Juno için geometri sınavı bile hamilelik mevzuundan daha korkunç!

Tic tac toe hazinesi

Harry Potter büyülerini ağzına dolamış dolaşan, suyu geldiğinde “Thundercats” diye bağıran Juno, Minneapolis’in striptiz barlarından fırlamış Diablo Cody adında müthiş bir senaristin eseri. Bebekleri bedava iPod’lar gibi dağıtan Çinlilerden, elmalı turta gibi kokan prezervatiflere kadar pop kültürünün tic tac toe şekerlerini andıran her rengine göndermelerle dolu senaryo dışında, filmin albümü de küçük bir hazine niteliğinde. Özellikle Kimya Dawson’ın şarkıları muhteşem.

7 Mart 2008 Cuma

Cengiz Han: Sonsuzluğun Haritacısı



Cengiz Han, uçsuz bucaksız bozkırlarda bulutlar gibi sürüklenen Moğol kabilelerini buyruğu altında birleştirmiş ve büyük bir fırtına yaratmıştı. Bu, o küçük bulutun hikayesi…

Yazılı kaynak olmaması nedeniyle Cengiz Han hakkında bildiklerimiz efsanelere ve abartılı halk hikâyelerine dayanıyor. Ve işte, Moğolların Gizli Tarihi adlı eserde toplanan o efsaneler hep gri-mavi bir kurttan söz ediyor; fırtınadan kaçacak yeri olmayan ve bu yüzden bozkırlarda koşup duran bir kurt. Ama her efsane gibi bunun da bir başlangıcı var. Çünkü Cengiz Han’ın hikayesi Timuçin adıyla avucunda bir kan pıhtısıyla doğduğu gün başlıyor. Rahipler onun ileride ne kadar büyük bir lider olacağını, Moğolları birleştirip dünya tarihinin gördüğü birbirine bitişik en büyük imparatorluğu kuracağını görebiliyorlar ve ondan korkuyorlar. Ama filmde Sergei Bodrov bize Cengiz Han’ın dünyanın yarısını nasıl fethettiğini, savaşlarını ve taktiklerini anlatmaktan çok, onun bunları yapacak güce nasıl kavuştuğunu anlamamızı sağlamaya çalışıyor.
Dünyanın ıssız köşeleri nadiren beyazperdeye yansır. Bir Alman, Rus, Kazak ve Moğol yapımı olan film bizi 1100’lere, sürekli savaş halinde olan göçebe Moğol kabilelerinin dünyasına götürüyor. Dokuz yaşındaki Timuçin o günlerde babasıyla beraber başka bir kabileden kendisine gelin seçmek için yola çıkıyor ve “yüzü bir ova gibi düz, gözleri içine kötü ruhların girmesini engelleyecek kadar kısık ve güçlü bacakları olan” Borte’yi seçiyor. Çocuk gelinine kendisini beklemesini söyleyerek eve doğru yola çıkıyor. Ancak Onan Nehri’nin dağlardaki kaynağına yerleşen bir kabilenin görkemli kağanının oğlu olan Timuçin’in o yolculuk sırasında bütün hayatı alt üst oluyor. Geri dönerlerken babası öldürülüyor ve babasının kabilenin başına geçen Targutay, Timuçin’in öldürülmesini emrediyor. Ama Moğollar çocukları öldürmez. İşte bu kadim kural sayesinde hayatı kurtulan Timuçin’in yıllar süren kaçışı başlıyor. Bütün Moğollar gibi at üstünde doğmuş olsa da, bir kurt gibi bozkırda koşmak zorunda kalan çocuğun düşmanları her geçen gün biraz daha artıyor, ama aynı zamanda kendi kağanlarının zulmünden ve kölelikten kaçanlarla birlikte yandaşları da çoğalıyor.

Mavi Göklerin Tanrısı Tengri

Bütün Moğollar gökyüzü tanrısı Tengri’den ve onun öfkesi olan fırtınalardan korkar. Film bize fırtınadan kaçacak yeri olmadığı için saklanmaktan vazgeçen ve yıldırımlara meydan okurcasına kılıcını gökyüzüne kaldırıp savaşmaya başlayan bir adamın hikayesini anlatıyor. Küçük beyaz bir bulutun gökyüzünü kaplayan ve güneşi karartan dev bir fırtınaya nasıl dönüştüğünü izliyoruz. Uçsuz bucaksız bozkırlara ve çöllere sınırlar çizmek için bir o yana bir bu yana savrulan bulutları andıran göçebe Moğol kabilelerini kılıcının etrafında topluyor ve Çin’den Türkiye’ye, Kazakistan’dan Kuveyt’e uzanacak korkunç bir fırtına imparatorluğu kuruyor.

27 Şubat 2008 Çarşamba

İhtiyarlara Yer Yok - Ruhun binlerce küçük odası




“Gözler ruhun pencereleridir,” diye yazmış Cormack McCarthy romanında. Coen kardeşlerin sözü geçen romandan aynı isimle beyazperdeye uyarladıkları “İhtiyarlara Yer Yok”ta, sıklıkla camların kırıldığını ve ruhun pencerelerine delikler açıldığını görüyoruz. Bazen bununla da kalınmıyor ve insanların alınlarının ortasına kapılar açılıyor.

Ama pencereler ve kapılar açılmadan önce film 80’li yılların başında, Teksas’ta bir kasabanın şerifini canlandıran Tommy Lee Jones’un sesiyle açılıyor. Kendini yaşlı hisseden adam bize, karşısına çıkan şiddetin boyutlarını artık anlayamadığını ve korkmamasına rağmen çıkıp akıl erdiremediği bir kötülükle savaşmak istemediğini itiraf ediyor. İnsan doğasının değiştiğine şahit olmuş; insanların şiddete bağımlı hale gelmesi onu ürkütmüş. Javier Bardem’in canlandırdığı soluk kesici katil Anton Chigurh teknolojinin mutasyona uğrattığı böyle bir kötülüğü simgeliyor. Gaz tankından devşirme hava basınçlı bir silah ve susturucusu olan bir pompalı tüfek kullanıyor. Daha filmin ilk dakikasında işlediği cinayetten aldığı hazzı gözlerinden okumak mümkün. Sadece bir ihtiyacını gideriyor gibi; rahatlıyor, zevk alıyor.
Filmin öteki erkeği Llweleyn Moss ise öldürme zevkini Rio Grande yakınlarında antilop avlayarak tatmin ederken yaralı bir pittbula rastlıyor. Hayvan topallayarak uzaklaşsa da, fazla merak kediyi öldürür lafını bilmeyen Moss gözünü karartıp onun geldiği yere gidiyor ve uyuşturucu sevkıyatı sırasında çıkmış bir katliamın hemen yakınlarında, içi iki milyon dolarla dolu bir çanta buluyor. Parayı alıp kaçan adam gördüğü ilk pittbullun verdiği mesajı duymamış olmalı: Açlığını gidermek için avlanan kurtların devri çoktan sona erdi ve Vahşi Batı’nın usta silahşörleri emekliye ayrıldı. Artık modern dünyanın genleriyle oynanmış canavar köpekleri, sadece öldürmekten zevk alan pittbullar koşuyor Rio Grande’nin düzlüklerinde ve onları durdurmak imkansız.
Moss, koku salan bir antilop gibi sinyal veren para dolu çantayla beraber kaçmaya başladığı andan itibaren bir ava dönüşüyor. Üstün bir köpeğinkini andıran parlak, düz, kahverengi saçlarıyla Anton Chigurh ise koklayarak avını bulan bir pittbull gibi para dolu çantadan gelen sinyali takip etmeye başlıyor. Ve ruhun pencereleri teker teker açılıyor.

Antika değerler

Film boyunca sıkılan kurşunların camları indirdiğine şahit oluyoruz. Gözler ruhun pencereleriyse filmdeki kullanımları oldukça akıllıca. Gördüklerimizin çoğu motel penceresi. Bu da demek oluyor ki, gözlerin ardındaki durum oldukça vahim. Anton Chigurh’un öldürdüğü karakterlerin motel odaları kadar küçük, benzer ve beş para etmez ruhları olmalı. O da zaten kurbanlarını böyle görüyor; tek kullanımlık, harcanabilir insanlar. Ama tıpkı motel odaların duvarındaki tablolar gibi aslında her ruhun kendine özgü ve göreceli güzellikleri olabilir. Onları kullanamayız ama seyredebilir, sergileyebiliriz. Anton'un yazı tura atmak için kullandığı 1958'den kalma para gibi, ya da eski günlere özlem duyan ve kendini işe yaramaz hisseden şerif gibi. Zaten filmde de Anton’un korkup saklandığı tek insan o.
Konu camlardan açılmışken, filmdeki en önemli camın televizyon ekranı olduğunu söylemek lazım. Şerif, Anton ve Moss’u farklı sahnelerde aynı televizyon ekranının önünde görüyoruz. Üçü de aynı katliamı görmüşlerdi ve üçü de şimdi birbirinin ne yapacağını tahmin etmeye çalışıyor. Bunu televizyona bakarak düşünmeleri ilginç tabii. Ne olsa bütün kötülükleri öğrendiğimiz yer televizyon değil mi? Hem de çocukluğumuzda itibaren? Anton’un ekrana bakıp küçük bir çocuk gibi süt içmesi de bu teoriyi destekliyor.
Filmin sonunda evin önünden geçen bisikletlerinin tekerlekleri, “biraz bekleyin hikaye az sonra başa dönecek” dercesine fıldır fıldır dönüyorlar. En başta gördüğümüz tek başına sonsuzluğa doğru topallayan yaralı pittbull boşuna değil. Filmin zaten bir sonu yok. Başkalarının camlarını parçalayan, kapılarına delikler açan, kendisiyse buzlu camların ardından bir karaltı olarak gelip geçen Anton Chiurgh son sahnede yaralanmış, mızıldayan bir köpek gibi tüm kusurlarıyla yürüyerek sonsuzluğa doğru uzaklaşıyor. Öldürmeye devam edeceğini biliyoruz. Çünkü kötülük her zaman bir öncekinden daha güçlü olarak geri döner.

Filmin çoğu sahnesi motel odalarında geçiyor. Bu odaların her biri ucuz ve sıradan ruhları temsil ediyor. Aralarındaki tek farksa duvarlarında asılı olan tablolar.

13 Şubat 2008 Çarşamba

Su Diyarı: Yılanbalıklarının Büyülü Dünyası



Tatlı suyla insan yaratıcılığının birleştiği bir kokusu var romanın. Soğuk, rutubetli ama garip bir biçimde insanın içini burkan bir koku. Booker ödüllü İngiliz yazar Graham Swift’in yarı insan yarı balık kokan bu kitabı, öğrencilerine kendi şahsi tarihini anlatmaya başlayan bir tarih öğretmeninin trajik öyküsünü konu alıyor.

Derler ki, suyla tefekkür birbirinden ayrılmazmış. Tanrı’nın yarı yoldan çevirdiği yıldızların altında, nemli evlerini inatçı bataklıklara kuran, sel basınca dama çıkıp oturan, kamışların kıyısına yılanbalığı tuzakları kuran insanlar işte bu yüzden masalların nerede bittiğini, gerçekliğin nerede başladığını anlayamazlarmış. Çünkü masalla gerçek arasında yüzen bu insanlar amfibi yaşamlar sürerlermiş.
Orta yaşlı bir tarih profesörü olan Tom Crick’in Fransız İhtilali’ni dinlemekten sıkılan öğrencilerine anlattığı kendi şahsi tarihi işte tam da bu yüzden masal sözleriyle başlıyor. Kitapta anlatılan, her şeyi düzlemeye çalışan, kendine ait tadı ve rengi olmayan suyun hikayesi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Londra ve diğer büyük şehirlerin sakinleri yer altı istasyonlarına sığınırken, İngiltere’nin doğu kıyılarındaki sisli Fens bölgesinin esrarengiz zırhında hikayelerin hayali dokularına tutunan ve tarihi masalla karıştırıp, elini sığ bir nehir suyuna daldırarak kurguyla gerçeği bulandıran Tom Crick’in hikayesi. Karısı çocuk çaldığı için akıl hastanesine yatırılan ve erken emekli olmaya zorlanan Tom Crick belki de açıklamaya ihtiyacı olduğu için anlatıyor bütün bunları Zira onun hikayesi insanlığın en karanlık günahlarıyla, cinayet, ensest, kürtaj ve intihar gibi temalarla örülmüş. Doğru, insanlar sadece bir şeyler rayından çıktığında açıklama yaparlar. Peki ama açıklama yapmak gerçeklere yaklaşıyormuş gibi yapıp onlardan kaçmanın bir yolu değil mi? Öyleyse gerçek nasıl faka bastırılır, diye soruyor Crick. Ve hikayeler anlatarak, diye cevap veriyor.

Yüzeye çıkan gizemler

Onun anlattığı hikayenin geçtiği yerde arazi dümdüz. Ağızları tıkanmış nehirler ve denizin arasında kalan bataklıklar ve tuzlu gölcükler ağından oluşan ve düzlüğüyle suyun akışını taklit eden Fens, aslında orada olmadığı hayaliyle uzanıyor ayakların altında. O topraklarda bira üreticisi Atkinsonlar tarih yazarken, Crickler masallar okuyor, bataklık hayaletlerini seyrediyorlar. Bastille düşer, Napolyon Avusturya, Rusya ve Prusya’ya yıldırım akınlar düzenler, Hitler Fransa’ya girer, Ruslar Berlin’e hücum ederken onlar, ruhani bir kayıtsızlıkla ne kadar karşı koyarlarsa koysunlar suların geri dönmesini, toprağın batmasını, milin yığılmasını ve doğada bir şeyin eski haline geri dönmek istemesini durduramayacaklarını düşünüyorlar. Tarihin de su gibi daireler çizeceğini biliyorlar; geçmişte kalanla gelecek arasındaki bu tekinsiz bölgede masallarla gerçeklerin gelgit yapacağını.
Derken aniden bir şeyler kolunuza dokunuverebiliyor ve kısa, baş döndürücü bir an boyunca zaman her şeyi esir alıyor. Gerçek, tıpkı nehirlerin sonu gelmez bir çöp ganimetini taşıması gibi ortaya çıkan sazlar, çitler, sandıklar, şişeler, eski giysiler, ölü koyunlar ve bazen de cesetlerle masalın içinden yüzeye çıkıyor ve elini uzatıyor. Ama bizi irkilten bu şeyi cazip bulmayacağımızı, hatta arzulamayacağımızı söylemek imkansız. Su Diyarı nostaljiyle örülmüş bir roman. İleri doğru gitse de bir geri dönme fikriyle yazılmış. Bir kefaret inancıyla. On altı yaşındaki Mary ve Tom’un baykuşların ve serapların saatinde bir cadının evine doğru çıktıkları yolculuğun kefaretini. Hatta belki de tam o sırada başlarının üzerinden göç eden ve Hamburg, Nurenberg ya da Berlin’de patlayacak kazların kefaretini.

Meleklerin Öcü


Dini sembollerle örülü “Sürgün” günahlar ve vicdan azabı yüzünden parçalanan bir aile üzerinden Cennetten Kovuluş hikayesini farklı bir açıyla anlatıyor.

Andrei Zvyagintsev güneşi ters tarafına alan yönetmenlerden. Gölgeler alışık olmadığımız yerlere düşüyor, hikayeler bildiğimiz tarihi ters yüz ediyor. 2003 Venedik Film Festivali’nde en iyi film ödülünü kazanan ilk yapıtı “Dönüş”te, ataerkil düzene ve alegorik olarak Tanrı’ya başkaldıran iki erkek kardeşin hikayesini anlatan Zvyagintsev, son filmi “Sürgün”de de cenneti büyük şehrin kasvetli ışıklarının altına taşıyıp, buradan ayrılmak zorunda kalan ailenin doğanın çıplaklığında günahlarıyla yüz yüze gelmelerine odaklanıyor. Devrim öncesi Rusya’sında Dostoyevski ve filozof Berdyaev gibi düşünürlerin eserlerine egemen olan dini ve mistik düşüncelerin gerilimine kendini bırakan Zvyagintsev, tıpkı usta Rus yönetmen Tarkovski gibi kendine düşsel, gerçek üstü bir dünya yaratmış. Kutsal kitaplarda, kiliselerdeki ikonalarda, Rönesans tablolarında ve dini sembollerde gösterilen bir dünya bu. Ama Gündoğumundan birkaç dakika önce görülebilecek bir rüya kadar kişisel, uyumlu ve güzel. Upuzun bir cazibe nesnesiyle sizi içine sokan ve türlü hesaplaşmaların ardından son anda birisinin sesiyle gözlerinizi açıp kendinizi kurtaracağınız bir rüya.
İnsan doğasına, zaaflarına ve korkularına göndermeler yapan film, Amerika’ya göç etmiş Ermeni bir ailenin oğlu olan yazar William Saroyan’ın California’nın üzüm bağlarında geçen ve otobiyografik özellikler taşıyan “Laughing Matter” (Gülünecek Şey) adlı hikayesinden uyarlanmış. Masmavi bir gökyüzünün altında tek başına duran bir ağacın görüntüsüyle açılan film ağaçla sohbet edercesine uzun uzun etrafında dönüyor. Evet bu bir ağacın etrafında dönen bir hikaye. Ve Rus Ortodoks ilahileri eşliğinde elmayla, cennetle, müjdelenen bebekle devam ediyor.

Günah keçisi

Ailenin yaşadığı Sovyetler Birliği döneminden kalma kurşuni bulutlarla kaplı endüstri şehri bu filmde Cenneti temsil ediyor. Aile üyelerinin arasındaki boşlukları dolduran, sivrilikleri törpüleyen şehir ışıkları onları birbirlerinin günahlarına ve arzularına karşı körleştirmiş. Cehaletin huzurunu yaşıyorlar şehirde. Ancak taşınmak zorunda kaldıkları kır evini çevreleyen doğa, kükreyen tepeleri, tarihöncesinden kalma denizleri ve harabeleriyle onlardan zorlu bir talepte bulunuyor. Melekler bir kurban istiyor.
Çocukları yeni evlerindeki yatağa yatırır yatırmaz Vera kocası Alex’e bir itirafta bulunuyor: Hamile ve çocuk başkasından. Bu noktadan sonra kameranın sinsi ve dikkatli hareketleri, avının peşine düşmüş ve onları öldürmeden önce her hareketlerini ezberleyen bir avcıyı andırmaya başlıyor. Su perileri gibi çırılçıplak yüzen kutsal değerler yavaş yavaş dibe batıyor. Babanın oğlunu öldürmek için kaldırdığı eli tutan kimse çıkmıyor. Oğlanın yerine kurban edilmesi için kimse bir keçi getirmiyor.

Prag: Kapı eşiğine oyulan şehir



Bütün dünyayı dolaştım ama hiç boşluğa düşmedim. Fakat Prag’da insanı gerçeğin sınırına kadar getirip bir masalın içine çekiveren bir eşik var. Mumlarınızı, çocukken sizi korkutan masalları, hayallerinizi alıp buraya gelin ve bu gizemi keşfedin

Prag’da zaman büyülü bir saat gibi işliyor. Gece göğünde parıldayan ama çoktan yok olmuş yıldızlar gibi burada ışık, nesneleri uzun zaman önce terk etmiş. Bu yüzden sisin içinde gördüğünüz şekiller sanki yıllar önce yitip gitmiş gibiler. Prag’a baktığınızda geçmişe bakmış oluyorsunuz. Karanlık bir hâle çökmüş şehrin üzerine. İşte, şehrin hayaletler tarafından ele geçirilmiş gibi görünmesinin nedeni de bu. Sis bazen öyle yoğun oluyor ki, ayaklarınızı bile görmeniz zorlaşıyor; solgun ışıkta gölgeler yanınızdan gelip geçiyor. Zaman başka bir dünyaya doğru akıyor; masalsı bir dünyaya.

Bu kapı eşikleri ve yıldızları olan ilgili bir masal; o yüzden iyi dinleyin. Efsaneye göre bir Çek kabilesinin başındaki Prenses Libuse, Bohemia’daki kalesinin penceresinden yıldızlara bakar ve kehanetlerde bulunurmuş. Bir gece gördüğü kehanet üzerine heyecanla anlatmaya başlamış: “Ünü yıldızlara uzanacak devasa bir şehir görüyorum! Ormanın orta yerinde, Vltava Nehri’nin üzerinden yükselen dik bir tepe görüyorum! Bir ev yapmak için bir kapı eşiği (Çekçe: Prah) oyan bir adam var. İşte buraya Prag (Çekçe: Praha) adında bir şato dikilecek.” Prensesin sözleri unutulmamış ve şehir kapı eşiğinin olduğu noktaya inşa edilmiş. Kapının ne tarafında olduğunuz size kalmış. Kafka’nın Kundera’nın yaşadığı bu esrarengiz şehirde bir adım atarsanız karanlık bir çocuk masalına dalabilir, yüz yılda bir ortaya çıkan demir şövalyeyle randevulaşır, elinde bir kızın kafasıyla dolaşan Türk’ün hayaletiyle karşılaşır, ya da Yahudi bölgesindeki Old New Sinagog’un bodrumunda saklanan Golem’in parçalarını arayabilirsiniz. Geri adım atar atmaz gerçek dünyaya geri döner, İkinci Dünya Savaşı’nın ve Komünizm’in yarattığı yıkımın ve yeniden doğuşun izini sürer, bohem barlarda absinthe içer ya da tramvayla nostaljik bir gezi yapabilirsiniz. Prag, tıpkı içinden ne zaman çıkacağınızı kendinizin ayarladığı saatli bir rüyayı andırıyor.

Bohemya’nın melekleri

Köprüler, katedraller, sipsivri kuleler ve karanlık şatolar binlerce yıldır Vltava Nehri’nin sularına yansıyor. Daracık sokakları, Neo-Gotik mimarisi ve alçakgönüllü insanlarıyla Avrupa’nın en büyüleyici şehirlerinden biri olan Prag, 9’uncu yüzyılda kurulmuş ve Bohemya krallarının yönetim merkezi olmuş, ardından Habsburg ailesinin hükmüne girip Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na katılmış. Şehir kurulurken buralarda bir gizem kaybolmuş olmalı. Çünkü Prag, beş tarihi bölgeye bölünmüş. Aradığınız gizemi birinde bulamazsanız ötekinde bulmanız mümkün. Kalenin olduğu bölge şehre tepeden bakıyor. Prenslerin, kralların ve devlet başkanlarının oturmak için seçtikleri, bir zamanlar simyacıların laboratuarı bile olmuş bu ilginç kalenin yayıldığı arazide gotik St. Vitus Katedrali ve şövalyelerin yaşadığı, daha sonralarıysa Kafka’nın oturduğu Zlata Ulicka (Altın Sokak) evleri görülmesi gereken yerler arasında. Eski Şehir (Staromestska) bölgesiyse her saat başı izleyenlere müthiş bir gösteri yapan Astronomik Saat (Orloj) kulesi, küçük kafeleri ve 11’inci yüzyıldan kalma evleriyle şehrin merkezi konumunda. Şehrin kuzey batısında büyük bir alana yayılmış Yahudi mahallesi uzanıyor. Prag’daki kökleri çok eskiye dayanan Yahudilerin sinagoglarını gezerek tarihleri hakkında başka hiçbir yerde duyamayacağınız bilgiler edinebilirsiniz. Ama yürürken gözleriniz yukarda olsun. Prag’ın çatı katları insana bohem meleklerin evlerini hatırlatıyor.

Kiliseler ve gece kulüpleri

Prag’ın kiliseleri ibadet etmekten çok klasik müzik konserleri için kullanılıyor. Her gün saat altıdan sonra hoşunuza giden bir kilisede Mozart, Bach, Beethoven dinleyebilirsiniz. Ama aradığınız içki içilen, yüksek sesle müzik dinlenen barlarsa doğru yerdesiniz. Şehir merkezinde dünyaca ünlü edebiyatçıların ünlü Çek birasını yudumladığı harika barlar var. Ayrıca Prag bir konser merkezi. U2, Metallica, Rolling Stones, Linkin Park gibi gruplar Prag konser salonlarında kısa aralıklarla sahneye çıkıyorlar.

Haplar, Emily Bronte ve Joker




Ve uyumadan önce millerce yol gideceğim.
Ve uyumadan önce millerce yol gideceğim.
Robert Frost, Stopping by Woods on a Snowy Evening

Heath Ledger öldüğünde yirmi sekiz yaşındaydı. İnsanları asıl şaşırtan tam da bu olmuştu. Gerçekten bu kadar genç miydi? Ölmeden önce o kadar uzun bir yol gitmişti ki, buna dayanmak için bir şövalyenin zırhını üzerine geçirmesi gibi o da kendine kemik yaşı büyük bir iskeletten kariyer yaratmış olmalıydı. Her ne kadar puslu, çetin, Demirperde ülkelerinden gelmiş romantik bir karakter izlenimi verse de, 4 Nisan 1979 tarihinde Avustralya’nın en sakin şehirlerinden biri Perth’te doğmuştu ve içimi kolay ılık bir süt gibi her iki ruhu da içinde aynı anda barındırabiliyordu.
Doğduğunda ona, İngiliz edebiyatının en karanlık ve hoyrat karakteri Heathcliff’in adı verilmişti. Emily Bronte’nin Uğuldayan Tepeler kitabında yarattığı aşk ve nefretle dolu karakter, bu küçük bebeğin gözlerinde bir ruhun ulaşabileceği en yüksek yere ve bir aklın saklanabileceği en esrarengiz yere gizlenmişti. İlk kez bir okul müsameresinde Peter Pan’ı canlandırarak seyirci karşısına geçti. Ama asıl çıkışı on yedi yaşındayken cebinde 69 sentle bir arabaya atlayıp o zamanki hayallerinin merkezi olan Sydney’e geldiğinde yapacaktı. ‘Sweat’ (Ter) adlı filmde ona sunulan iki karakterden eşcinsel olanı seçti. Çünkü farklı olmak ve zoru başarmak istiyordu. ‘Senden Nefret Etmemin 10 Sebebi,’ ‘Şövalye’ ve ‘Grimm Kardeşler’ gibi gişe hâsılatı getiren filmlerin ardından ona bir kez daha farklı bir rol teklif edildi. Bu seferki Ang Lee’nin filmi ‘Brokeback Dağı’nda canlandıracağı eşcinsel bir kovboydu. Bu filmdeki Ennis Del Mar rolüyle aralarında en iyi erkek oyuncu dalında Oscar adaylığı dahil bir çok ödüle layık görüldü. Filmin sonunda ölmüş sevgilisinin kanlı gömleğine yüzünü gömüp onun kokusunu içine çekmesi, belki de o güne kadar gördüğümüz acıyı en iyi anlatan sahnelerden biriydi.

Haydi, bu yüze bir gülücük oturtalım!

Heath Ledger oyunculuk hayatının ilk yıllarında gezgin bir tiyatro kumpanyasının saçı başı dağınık ve hayal gücü bir okyanus kadar geniş bir üyesini andırıyordu. Ama Ennis Del Mar’a uzanan yol onu olgunlaştırmıştı. Aktris Michelle Williams’la evlendi, ardından adını Tom Waits’in “Waltzing Mathilda’ adlı şarkısından esinlenerek koyduğu kızı Mathilda doğdu. Bundan sonra yol onun yoluydu. Artık sinema dünyasından gelip geçen bir gezgin olmayacak, kendi tarihini yazan bir misyoner olacaktı. Yapması gereken şeyler, bulması gereken yerler vardı. Bir zamanlar partal asker botları giyen bu genç adamın son Batman filmi ‘Dark Night’da Joker rolüne seçilmesinin nedenlerinden biri de korkusuzluğu ve cesareti olmuştu. Karakterine hazırlanmak için Sex Pistols’ın aşırı dozdan ölen punk gitaristi Sid Vicious’u ve Otomatik Portakal filmindeki Alex’i örnek aldı. Bir zamanlar Jack Nicholson’ın oynadığı çizgi roman karakterini ağzına atıp çiğnemiş ve bir punk yıldızı tükürmüştü. Joker rolüne hazırlanmanın onu bitirip tükettiğini biliyoruz ama gene de onu buruk bir gururla bu filmde kurnaz kurnaz sırıtarak, “Haydi, bu yüze bir gülücük oturtalım!” demesiyle hatırlayacağız.

Rus toprağının altındakiler



Şaraplar ve kadınlar karanlık zindanlarda korunuyorlar. Şaraplar ve kadınlar birbirleriyle değiş tokuş ettiriliyorlar. Şaraplar yıllandıkça değerleniyorlar. Genç kızlarınsa yaşlandıkça fiyatları düşüyor. Bazıları hayatlarına bir uyuşturucu bağımlısı olarak devam ediyor; bazılarıysa öldürülüyor ve organları yasa dışı organ pazarında satılıyor.

Rus organize işler departmanının verilerine göre dünyada 12.000 üyesi olan 450 Rus mafya ailesi var. Bu aileler SSCB döneminde güç kazanan daha büyük ve bölgesel bir suç örgütü olan Vori V Zakone’ye (Hırsızlar Örgütü) bağlı çalışıyorlar ve İçişleri Bakanı Nurgaliyev’e göre Rusya’nın yüzde onunu kontrol ediyorlar. Rus mafyası daha çok uyuşturucu, silah kaçakçılığı, kumar, haraç ve en çok da kadın ticareti üzerinden para kazanıyor. Genç kızlar Avrupa ve Amerika’da iyi işlerde çalışma vaatleriyle kandırılıyorlar. Fakat pasaportlarına el konuyor ve genelevlerde hapsediliyorlar. Araştırmalara göre mafya kontrolündeki genelevlere hapsedilen ve çalışmayı reddeden kızlar, gruplar halinde toplanıp kendileri gibi kaçırılmış bir kadının öldürülmesine şahitlik ettiriliyorlar. Ve polise başvurdukları takdirde, Rusya’daki ailelerinin öldürüleceği tehditleri altında yaşamaya başlıyorlar. Cronenberg, son filmi ‘Şark Vaatleri’nde kamerasını Londra’daki Rus mafyasına çeviriyor ve bize 14 yaşında bir seks kölesi olarak çalışmaya zorlanan Tatiana’nın tuttuğu küçük, pembe bir günlüğün yol gösterici ışığında karanlık bir suç ve ceza öyküsü anlatıyor.
Londra’da bir hastanede ebe olarak çalışan Anna (Naomi Watts) 14 yaşında, kolları şırınga izleriyle dolu Tatiana doğum yaparken ellerinde öldüğünde, “Bazen ölüm ve yaşam beraber yürür,” diyor. Anna hasta bebeğin ailesini bulma umuduyla genç kızın eşyaları arasında gözüne çarpan bir günlüğü alıyor ve tercüme etmesi için Rusya doğumlu amcasına veriyor. “Ölülerden çalmaya ne zaman başladın,” diye soruyor amcası öfkeyle ve günlüğü tercüme etmeyi reddedince Anna, yardım almak için sayfalar arasında bulduğu bir restoran kartının üstündeki adrese gidiyor. Amcasının dolaylı olarak öngördüğü gibi hırsızlar örgütü Vori V Zakone’ye bulaşması da böyle oluyor. Anna başlangıçta kan kırmızısı duvarları olan restoranın sahibi yaşlı Semyon’un acımasız bir mafya babası, hem de Tatiana’nın ölümünden sorumlu olan adam olduğunu anlamıyor.

Kabil’in işareti

“Bu dünyada hiçbir şey doğruyu söylemek kadar zor değildir,” der Dostoyevski, Suç ve Ceza adlı romanında. Anna, belki de bu yüzden genellikle sessiz ve konuşmamayı tercih eden bir kadın. Onu çevreleyen Rus mafyasıysa vücutlarını kullanarak kendilerini ifade eden erkeklerden oluşuyor. Öldürmek için kullandıkları silahlar ya da bıçağı nereye sapladıkları gibi ayrıntıların hepsi bir mesaj içeriyor. Daha da ilginci vücutlarındaki dövmeler. Filmin en can alıcı sahnesi, mafyanın şoförü gizemli Nikolai’yi canlandıran Viggo Mortensen’in kıyafetlerini çıkarması ve kendi hakkındaki tüm gerçeği ortaya sermesiyle meydana geliyor. Sırtını, yüzlerden, sembollerden, tarihlerden ve daha bir sürü bilgiden oluşan ve Cronenberg’in dediğine göre Rus hapishanelerinde bir “pasaport” değerinde olan dövmeler kaplıyor. Böyle dövmeler ancak korkunç suçlar işleyerek kazanılıyor. Onları cinayetleri, onların tecavüzleri. Bu bir suçlunun varoluşunun izi ve orada bir hikaye anlatılıyor. Ama Nikolai’nin dövmeler altında sakladığı bir hikaye daha var. Tıpkı Tatiana’nın günlüğüne yazdığı gibi: “Babam ben altı yaşındayken öldü. Madenlerde çalışıyordu ve öldüğünde çoktan gömülmüştü. Hepimiz orada gömülüyüz. Rus toprağının altında…”

Kanlı usturalar bahçesi


Modern peri masalları üstadı Tim Burton tarafından sinemaya uyarlanan Broadway müzikali “Sweeney Todd” kemikleri titreten bir cehennem senfonisi.

Tim Burton’ın dünyası tıngır mıngır sallanan gotik ve grotesk bir bebek beşiğini andırıyor. Hayaletlerin çarşaf gibi gerildiği, iskeletlerin beşiğin üzerinde sallandığı, umacıların dolapların içinde beklediği ve öcülerin kapı aralıklarından içeriyi gözetledikleri bu dünyanın etrafındaki her şey çocuksu bir şefkatle kucaklanıp korunuyor. “Noel Gecesi Kabusu,” “Beter Böcek,” “Edward Makaseller,” ve son olarak da “Ölü Gelin” gibi kasvetli filmlerin yönetmeni Tim Burton’ın en büyük hüneri de zaten bu dehşetengiz karanlığı küçük bir bebek gibi şefkatle kucaklaması ve filmlerine bir resim gibi narin ve kırılgan ayrıntılarla işlemesi. Kendi filmlerinden fırlamış gibi görünen karma karışık saçlı yönetmenin tüyler ürpertici derecede uçuk karakterler kervanına şimdi yeni bir canavar daha katılıyor. Cinayetlerle dolu bir ninni söyleyen Sweeney Todd. Konusu Steven Soddheim’ın 1979’da yazdığı bol ödüllü Broadway müzikaline dayanan filmde Tim Burton’ın vazgeçilmez oyuncusu Johnny Depp ve çekimler sırasında hamileliği giderek ilerleyen karısı Helena Bonham Carter oynuyor.

İntikam notaları

Viktorya dönemi Londra’sının kurşuni bulutları altında açılan hikayede, titreşen ışıkların ve siyah tüyleri andıran dumanların içinden çıkıp gelen Sweeney Todd’un (Depp) karanlık sırlarıyla baş başayız. Geçmişin hayaletleriyle boğuşan acı içindeki adamın bu hale nasıl geldiğini yavaş yavaş öğreniyoruz. On beş senedir ağır hapis cezasıyla yattığı Avustralya’dan yeni kaçmış, okyanusu bir salla ve kalbindeki intikam duygusuyla geçerek İngiltere’ye ulaşmış. Şimdiyse hem kendisine yapılan haksızlığın, hem de kızının kaybolmasının ve karısının ölümünün intikamını almak için bunlara neden olan şeytani yargıcı ve yardakçısını öldürmeye yemin etmiş. Berber dükkanını yeniden açan ve usturalarını eline alan Sweeney bir katilden çok bir kurbana benziyor; huzur bulmak için müşterilerinin boğazını kesen bir adam o.
Fırıncı Bayan Lovett ise başka bir alem. Saçlarını birbirine dolanmış farelere benzeyecek şeklinde toplayan Bayan Lovett, eski püskü ipekler ve yırtık volanlı elbiseler içinde süslü bir hamamböceğini andırıyor. Sweeney’nin bodruma attığı cesetlerin etlerini kesip turtalarına katan kadının aklında onunla evlenip deniz kıyısında bir eve yerleşmekten başka bir şey yok. Kabuslar Londra’sı bu tarifi bilinmeyen etli turtaları hapur hupur yiyedursun, intikam duygusuyla kendini yiyip bitiren Sweeney Todd ve kötücül hayaller kuran Bayan Lovett da kasvetli sokaklarda “Karındeşen Jack” gibi bir şehir efsanesine dönüşüyorlar.
Resim altı: Johnny Depp, Sweeney Todd’un öldürücü acısını gözlerinde yanan kömür alevlerinde topluyor ve gümüş usturaları andıran bir sesle şarkı söylüyor. Çocukken saçlarını Bayan Lovett gibi toplayıp ortalarda gezen Helena Bonham Carter ise kendi küçük dünyasında yaşayan fırıncı

İtalyan sarısı


‘Cinema Paradiso’nun yönetmeni Giuseppe Tornatore’nin son filmi ‘Esrarengiz Kadın’ İtalyan işi şiddet ve acımasızlıkla örülmüş bir suç filmi. Ama içinde hiçbir sosyal eleştiri barındırmaması onu bir gazete haberi kadar gerçekçi kılıyor.

Bu tür öykülere İtalyanlar Giallo (Sarı) der, Amerikalılar ve Fransızlar Noir (kara). İçlerinde suçun her türünü, gerilimi ve erotizmi barındırırlar. Sarı denmesinin nedeni türün bağlı olduğu ciltsiz, kartondan sarı kapaklı, ucuz romanlardır. Konuları, gazete sayfalarından kesip yapıştırılmış gibi duran kısacık öykülerdir bunlar. Film dünyasında bu renk, uzun cinayet sahneleri, çok fazla kan ve değişik kamera açılarıyla temsil edilir. Görüntüler paranoya, delilik ve yabancılaşma gibi psikolojik sahnelerle örülmüştür. Türün en başarılı yönetmenleri ise Mario Bava ve Dario Argento’dur.
Cinema Paradiso (Cennet Sineması) gibi bir kalpten bir filmin yönetmeni Tornatore’den bir Giallo çıkması pek muhtemel gibi görünmüyordu. En azından bugün durduğumuz yerden bunu tahmin edemezdik. Ama Ennio Morricone’nin tüyler ürperten müzikleri ve Hitchcock tarzı kamera hareketleriyle çok zarif ama seyretmesi pek de zevkli olmayan bir Giallo var karşımızda. İçinde beyaz kadın ticareti, fuhuş, tecavüz, yetim bebek pazarı gibi kabul edilmesi zor kavramlar barındırıyor. Ve şu işe bakın ki film, kötücül bir çiçeğin yaprakları gibi yavaş yavaş açılan bu kavramların hiçbiri için bir ahlak dersi vermiyor. Tam bir gazete haberi gibi davranıyor. Sert, objektif ve yüksek sesli. Bir Giallo harikası.

Sansürlü albümler

Tornatore’nin sapsarı filmi maske takmış kadınların sahneye çıkmasıyla açılıyor. Kubrickvari neon renkler içinde, üzerlerinde sadece iç çamaşırları olan kadınlar yüzünü görmediğimiz bir adam tarafından değerlendiriliyorlar. Sonunda Irina seçiliyor. Sarı saçlı bu genç kadının gazete sayfasından alıntı gibi duran hayat hikayesi yönetmen tarafından filme başarıyla yedirilmiş. Irina’nın anıları normal bir kadının fotoğraf albümüne girecek tek bir kare bile barındırmıyor. O, Muffa adında kel bir adam tarafından İtalya’da on iki yıl boyunca fuhuşa zorlandıktan ve dokuz kez doğum yapıp hepsini bebek pazarına vermek zorunda kaldıktan sonra kaçmayı başarmış bir kadın. Onu yeni haliyle hiçbir çekiciliği olmayan, saçlarını kahverengiye boyatmış bir kadına dönüşmüş olarak görüyoruz. Gizemli bir sebepten ötürü lüks bir apartmana temizlikçi olarak giriyor ve ilgilendiği aile Adachers’lerin tam karşısına denk gelen apartmanda bir daireye yerleşiyor. Zamanla Adachers’ların evine dadı olarak girmeyi de başarıyor ve ailenin evlatlık küçük kızı Tea’ya ancak bir annenin besleyebileceği bir sevgiyle bağlanıyor. Ancak eski patronu Muffa ortaya çıktığında Irina’nın gizemi, gerilimini arttırarak uçuruma doğru sürüklenmeye başlıyor.

Deniz kıyısında bir şehir


Oyuncu Ben Affleck ilk yönetmenlik deneyimi ‘Kızımı Kurtarın’da, kırılgan ve zarar görmüş bir hikaye anlatıyor. David Lehane’in romanından uyarlanan film Amerikan değerlerinin çarpıklığını aydınlatan keder dolu masmavi bir ay…

Amerikalı şair Edgar Allen Poe, Boston olduğu düşünülen bir şehirde geçen ve takıntılı bir aşkı konu aldığı ünlü şiiri Annabel Lee’de, “ve bu yüzden uzun zaman önce, bu krallıkta deniz kıyısındaki, bir rüzgar esti bir buluttan, üşüterek Annabel Lee’mi,” yazmıştır. ‘Can Dostum’ filminin senaryosuyla Oscar kazanan aktör Ben Affleck, yönetmenliğini yaptığı ‘Kızımı Kurtarın’ adlı filmde Poe’nun karanlık şiirini anımsatan bir suç hikayesi anlatıyor. Bir çocuğa anlatır gibi narince tutarak ele aldığı bu hikayede Boston yer altı dünyasının en çirkin örgütü şiirdeki lanetli rüzgara, örgüt tarafından kaçırılan 4 yaşındaki küçük kız Amanda ise Annabel Lee’ye dönüşüyor. Daha önce Gizemli Nehir adlı kitabı Clint Eastwood tarafından filme çekilerek modern klasikler arasına giren David Lehane’in başka bir romanından uyarlanan filmin başrollerinde Ben Affleck’in avangart filmlerle ünlenen kardeşi Casey Affleck ve 2008 Oscar adaylığı kesinleşen Amy Ryan oynuyorlar.

Yoldan çıkanlar

Film, porselen bebekler kadar güzel dört yaşındaki Amanda’nın kayıplara karışmasıyla başlıyor. Özel dedektif Patrick Kenzie (Casey Affleck) kızın teyzesi tarafından polise yardım etmesi ve polisle konuşmaya gönlü olmayan komşuları sorgulaması için tutuluyor. Bir zamanlar kendi çocuğunu da kaybetmiş polis şefi Doyle’un (Freeman) emirleri altında davayla ilgilenmeye başlayan Kenzie’ye hem sevgilisi hem de partneri olan Angie (Monaghan)ve Remy (Harris) ile Nick adındaki iki polis eşlik ediyorlar. Televizyon kanallarının antenleri hikayeye bulaşacak kanlı bir haberin arayışıyla titreşirken, genç dedektif Kenzie’nin küçük kızın uyuşturucu bağımlısı annesi Helene (Ryan) ve erkek arkadaşı Skinny Ray hakkında çok önemli bir ipucunu ele geçirmesi fazla zamanını almıyor. Ama kot pantolonu ve spor ayakkabılarıyla bir dedektiften çok liseli bir gence benzeyen Patrick, ele geçirdiği bu ipucunun çatallandığını ve insanların göründükleri gibi olmadıklarını fark etmek konusunda o kadar başarılı olamıyor.
Biraz kara film, biraz ahlak dersi, biraz da büyük şehir depresyonu olan filmin içine, Patrick’in arayışını umutsuz olduğu kadar gösterişli kılan tohumlar gömülmüş. Büyük şehrin dışladığı, çelme taktığı Patrick’in, düşe kalka bu yapbozu çözmek için her seferinde geri gelmesi onun kırılganlığını olduğu kadar şiirselliğini de ön plana çıkarıyor.

Hayal Perdeleri


Çağan Irmak’ın son filmi ‘Ulak’ köy köy dolaşarak heybesinde taşıdığı masalları anlatan bir seyyahın ve onun masallarında yaşayan bir kahramanın hikayesi.

Her masal bir geriye dönüştür. İster Grimm Kardeşlerin perili, soğuk ormanlarında tir tir titreyelim, ister bir şamanın göksel düşlerine ortak olalım, ister bir Zerdüşt efsanesinin sert mührünü kıralım, her masal beslendiği aynı pınara geri dönecektir. Çağan Irmak’ın son filmi ‘Ulak’ masalların üst üste yığıldığı böyle bir köyde geçiyor. Ve bu köyün simgesel diliyle anlatılan hikaye bir noktadan sonra kendisi adına konuşmaya başlıyor.
Film köy köy dolaşan bir seyyahın masalıyla açılıyor. Geçmişi heybesinde bir sır gibi saklayan seyyah Zekeriya, onu ardına bakmaktan korkan insanların üzerine serpiyor. Geçmişin omuzlarının arkasında kaldığına inananları günahlarıyla yüzleştiriyor; geleceğe doğru ilerlemelerine engel olur diye dünü unutanlara nereden geldiklerini hatırlatıyor. Seyyah Zekeriya bir yandan kendi masalını anlatıyor; öte yandan nereye gittiğini görmek için geriye bakıp atını mahmuzlamaya devam ediyor. Ne de olsa onun yolu uzun; kelimelerini insani karanlıkta parlayan incecik ışıklardan derlemiş ve nefretin olduğu yerde bir melek, cinayetin olduğu yerde intihar, yolculukta dönüş görerek kendini bütün insanlara masalını anlatmaya adamış.
Ancak vardığı son köy, filmdeki Ömer’in lafıyla “olmaz bir köy.” Tarihteki ilk şehirlerden günahkar Sodom’u andıran bir kötülük hakim sakinlerine. Öyle görünüyor ki zamanı ve mekanı bilinmeyen yıkık dökük bu köyün kurulduğu tozlu, çorak topraklarda yaşayan yüzlerine kutsal işaretler dövülmüş bu insanlar, içlerinde ilkel kabilelerden ve geçmişin büyük uygarlıklarından miras kalmış bir geçmişin kalıntılarını taşıyorlar. Köyün kurulduğu arazideki harabeler de bu düşünceyi destekliyor. Arkada görünen bir kalenin surları, evlerin arasındaki Roma sütunları ve köyün ortasında kim bilir hangi zamandan kalma bir kuyu. En iyi bu kuyu biliyor masalın aslını. Tıpkı Zekeriya’nın anlattığı Ulak İbrahim’in kuyudan içtiği suyla aydınlanması gibi, aşağı inen kovalarla kadim bir sır gün ışığına çıkartılıyor.

Efsaneler kuyusu

Köyün sakinleri şekil değiştiren, fakat olağanüstü bir biçimde karşımıza tekrar tekrar çıkan öykülerin tanıdık kahramanları. Uygarlık tarihinin böğrüne açılmış kuyulardan teker teker çıkmayı ve karşımıza dikilmeyi çok iyi bilen, güçlü karakterler bunlar. Bilge yaşlılar, dev babalar, cadı nineler, yiğitler, kötülüğün temsili firavun gibi adamlar ve kurtarılmayı bekleyen nazenin kızlar. Şimdi asık mor suratları görünüyor çatlak duvarlı evlerinin kapılarından. İsimleri Meryem, Davud, Havva, Yakup, Adem olan köylüler kadim bir masalın izini yeniden bulmuş gibi yeniden anlatımında yerlerini alıyorlar. Onlar Ulak İbrahim’in masalındalar, onlar düşlerdeler ve onlar şimdi kendi masallarını anlatıyorlar. Ve sisli bir gece çıkıp köyün içinden, başka masallara doğru seyrediyorlar. “Bir deli rüzgar kalıyor geriye, o da Ulak adını fısıldıyor unutmayın diye…”