28 Mayıs 2007 Pazartesi

Fatih Akın “Beraberce ayakta kalırız, ayrılırsak devriliriz”

“Together we stand, divided we fall” sözleri, felsefi lirikleriyle tanınan rock grubu Pink Floyd’un Hey You adlı şarkısının bitiş cümlesidir. 60. Cannes Film Festivali’nde alıntıladığı bu sarsıcı sözlerle Fatih Akın da umudun olmadığı bir dünyada yaşanmayacağının, birliğin şu anda Türkiye için gerekli olduğunun altını çizdi.

Çıkış yapan ilk filmi Duvara Karşı’yla 2004 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı’yı kucaklayan Fatih Akın her zaman insanları birbirlerinden ayıran duvarların karşısında dikilmiş bir sinemacı. Son filmi ‘Yaşamın Kıyısında’ ile bu kez Cannes’da En İyi Senaryo Ödülü’ne layık görüldü. Ödülü alırken yaptığı konuşma sırasında alıntıladığı cümle onun sinemasını açıklar nitelikte. Akın, her zaman bizi ayıran duvarların karşısında bir duvar gibi dikilmemiz gerektiğini, gerekirse kafamızı duvarlara çarpmamız, köprüler kurmamız, yollar kat etmemiz ve sonunda eve, bizi biz yapan yuvaya dönmemiz gerektiğini söylüyor.

Köprüden yükselen sesler
Kimliksizlik, göç ve ezilen kadınları anlattığı filmleriyle dünya sinemacısı kimliği edinen Fatih Akın, Almanya’ya göç etmiş Türk bir ailenin oğlu, isyan eden ve kendi yolunu çizen, aynı zamanda da hikayeleriyle dans etmeyi bilen bir sinemacı. Filmlerindeki en önemli özelliklerden biri kamerasını çevirdiği kendini bir yere ait hissetmeyen kahramanların yolculuklarının genelde İstanbul’da bitiyor olması.
2005 yılında çektiği ve Ceza’dan Sezen Aksu’ya iki yakası birbirine varmayan bu şehirde müzik yapan bir çok sanatçıya yer verdiği İstanbul Hatırası, Fatih Akın’ın belki en isyankar filmi, çünkü sözü hayata müzikle baş kaldıranlara veriyor. Her telden çalan fakat aynı nağmeyi tutturan bir müzik bu, bütün hareketlerin kalbindeki İstanbul’un müziği. Ama tuhaf bir şekilde isyankar bir ruhu yok bu belgeselin. İstanbul müziğini tanıtmak için çektiği, kokularla, renklerle, büyüyle ama en çok kabullenmekle alakalı bir şölen demek daha doğru olur. Dünyayı değiştirmeyi ağzına almayan bir dili var. Tüm müzisyenleri ve şarkıları dinledikten sonra anlıyoruz ki, ancak ruhta bir değişim olursa, dünya değişir. Ancak bütün desenleri görürsen –filmin açılışındaki kuş bakışı İstanbul Boğazı görüntüsü gibi – ancak o zaman parçayı bütün zannetmeyi bırakırsın.

Başkaldıran kadınlar

Fatih Akın’ın filmlerinin hammaddesini müzik oluşturuyor. Müzik, hudutları olamayan, dolaysız ve daimi bir zevk onun için. Ancak bu heyecanlı aşk dansında canları pahasına kendilerini müziğin ritmine kaptıran kadınlar var. Akın’ın filmlerinin kalbinde, kadınların önceden tahmin edilmeyen başkaldırıları atıyor. Hiçbir şey istemelerine izin verilmeyen bir dünyada çok şey isteyen kadınların hikayelerini anlatıyor. Duvara Karşı’da ailesinin baskılarından kurtulmak için Cahit’le evlenen Sibel, Yaşamın Kıyısında’da ise beş parasız kendini Hamburg sokaklarına atan Ayten, dünyada kendilerine biçilen küçücük rolden dehşete düşüp kendi uzun metrajlarını yaratmaya kalkan heyecan verici kızlar. Akın’ın lüksü, kadınların tek bir isteği değil, onların yetinmeyip daha çok şey istemeleri ve bu yüzden acı çekmeleri. Bunun yanı sıra, onları yaşamlarının merkezine oturtan ve dibe vurana dek bunun farkına varamayan erkekler. İstediklerinin onlara sağlaması gereken mutluluktan yoksun kalınca erkek de kadın da bir kazazedeye dönüşüyor sonunda.

Başkaldırının çeşitli dereceleri var, ama Fatih Akın filmlerinde hiçbirinden mahrum etmiyor bizleri. Yine de bir şeyler kalıyor geriye, onun hakkında söylenmesi gereken. İşte bunun için son bir cümle daha gerekiyor: O, kıpırdamadan durduğunda bile insanın içinde uçmak istiyor izlenimi uyandıran bir insan.

21 Mayıs 2007 Pazartesi

Bay Brooks: Ve Cam Çatladı

R. Stevenson’ın Dr. Jekyll ve Mr. Hyde öyküsü kısaca her insanın içinde bir canavar yaşadığını, bütün insanların iyiyle kötünün karışımından meydana geldiklerini anlatır. Bu açıdan Bay Brooks’un öteki insanlardan farklı bir öyküsü olmadığını söyleyebiliriz; içindeki canavara yenik düşüp cinayetler işlemesi haricinde.

Psikiyatr Car Gustav Jung şöyle demiştir: “Herkes bir gölgeye sahiptir, bu gölge bireyin bilinçli yaşamında ne kadar az var oluyorsa, o kadar kara ve yoğun olur.” Başka bir deyişle içinizdeki karanlık gölgeye ne kadar az bakarsanız o, daha fazla güçlenir ve alt edilemez bir canavara dönüşür. Filmin Dr. Jekyll’ı ve ana kahramanı Bay Brooks, her açıdan uygar bir adam – hayırsever, sevgi dolu, bilgili, kibar. Mükemmel olmak için hazır gibi görünüyor. Ama asıl mükemmel olan cinayet işlemekteki başarısı. Çünkü şekli ve ismi olan bir gölgesi var: Marshall. O, Bay Brooks’un engellenmiş benliği, kendisinin bile kabul edemediği arzuları, işlemediği cinayetler, ağzına almadığı küfürler. Kısacası ruhunun derinlerinde büyüttüğü karanlık bir erkek kardeş, doyumsuz bir katil.
Filmin insanın kanını donduracak kadar çarpık bir öyküsü var. Sevgi dolu bir koca ve saygı duyulan bir iş adamı olan Earl Brooks, başkalarınca bilinmeyen bir hayat daha yaşamaktadır.Ama o aynı zamanda, Parmak İzi Katili adıyla ün salmış soğukkanlı bir katil. Bir süredir uykuya yatmış olan patolojik dürtüsü, işlediği günahlar için suçladığı ikinci benliği Marshall tarafından yeniden harekete geçiriliyor. Ancak alâmetifarikası kedine ait törensel cinayetlerinden birini daha işlerken ilk kez bir hata yapıyor ve röntgenci komşusu Bay Smith’e ve onun fotoğraf makinesine yakalanıyor. Gördükleri karşısında kendinden geçen bu meraklı fotoğrafçı üstüne üstlük bir de şantaja başlıyor. Ayrıca bu son cinayeti, hâlihazırda başı kendi şeytanlarıyla dertte, inatçı bir kadın dedektifin de Parmak İzi Katili’’nin peşine düşmesine neden oluyor.
Bay Brooks perdelerin çekilmesine gerek duyulmayan cam bir evde yaşıyor. Evin görsel bir metafor olduğunu söylemek yanlış olmaz. İçeride yaşayan Bay Brooks’u görebilirsiniz ama çok açılı görüntülerin ardında ne yaptığını hiçbir zaman anlayamazsınız. Orada göstere göstere bir cinayet işliyor olsa bile bunu etraftan saklayabilir. Orası onun mükemmel cam evreni ve bu mükemmellik ancak bir bozuklukla kendine gelebilir. Farkındalık için bozukluk her zaman gereklidir, hata bilincin temelidir. Bay Brooks da ilk hatasını yapıyor ve camdan evreni çatlamaya başlıyor. Bunu düzeltmek için bir başkasına ya da bir başkasının yaptığı alete ihtiyaç var. Bu noktada Bay Smith ve fotoğraf makinesi giriyor işin içine. Çünkü bu dünyada bireycilik imkansızlaştı. Bir hayal arkadaşı dahi olsa artık kimse tek başına cinayet işleme lüksüne sahip değil. Zoom lensli röntgenci Bay Smith’in tek isteği de Bay Brooks’la yakınlaşmak ve tüyler ürpertici bu maceraya tanık olmak.
Bay Brooks’un cam evinin içinde kendisinin bile hazır olmadığı gölgeler büyümüş. Benliğinin üzerine ördüğü camlar çatır çatır çatladıkça bilmediği sırlar da teker teker açığa çıkıyor. Bu sırların en büyüğü masum ve savunmasız zannettiği kızı Jane’in dünyasında saklı.
Ve bir masal kahramanı gibi geleneksel ahlakçılığın dışındaki hayal dünyasında yaşayan periler kadar güzel Jane’in gölgesi, babasının yola getirilemeyen güçlü isteklerinden çok daha rahatsız edici.

20 Mayıs 2007 Pazar

Karayip Korsanları: Dünyanın Sonu

Korsan olmak için yanlış zaman

Dev deniz canavarları, voodoo prensesleri, lanetli gemiciler, deniz fenerinin ışığında bir görünüp bir kaybolan hayalet gemiler, karnı zil çalan yamyamlar … Hepsinden daha korkuncu ise Jack Sparrow! Jack Sparrow’un kendisi için bile…
Korsanlarla ilgili hikayeleri dinlemeyi severiz. Çünkü kural tanımayan deniz eşkıyalarının ellerini kollarını sallayarak suç işlemesi, güvertede durup küfürler savurması, rom şişelerini ardı ardına devirmeleri ve yıldızlara bakarak sızmaları bize çocukluğumuzda özgürce oynadığımız oyunları hatırlatır.
Karayip Korsanları serisinin üçüncü filmi Dünyanın Sonu ise bu özgürlüğün sonunun gelişine, oyunun bittiği yere ve hayal gücünün baskı altına alınmasına işaret ediyor. Dev deniz canavarı Kraken tarafından yutulup Uçan Hollandalı’nın kaptanı ahtapotumsu Davy Jones’un zindanına hapsedilen - ya da yaramazlık yapıp ceza olarak odasına kapatılan - Jack Sparrow’un hali hazırda zaten özgürlüğü elinden alınmış. O artık bir ölü, dışarı çıkıp oynamasına izin verilmiyor. Ancak işler dışarıdakiler için de pek iyi gitmiyor. Yedi Deniz’i kontrol eden korsanların başı belada, çünkü Doğu Hindistan Ticaret Şirketi’nin başındaki zalim Lord Beckett, Davy Jones’un kalbini tam anlamıyla avucunun içine almış ve onu bir av köpeği gibi öteki korsanları avlamak için kullanıyor. Anlayacağınız korsan olmak için yanlış bir zamandayız.
Jack Sparrow olmak içinse olabilecek en yanlış zaman! Okyanusun en hızlı gemisi Siyah İnci’yle beraber kendini denizcilerin cehenneminde bulan cilveli korsan, şimdi de bir an evvel hayata geri dönmeyi planlıyor. Ama önce gemisini oturduğu kumlardan kurtarması ve bu tuhaf yerde karşısına çıkan kendi yansımalarıyla hesaplaşması gerek. O kendi kendiyle uğraşadursun Will Turner da Uçan Hollandalı’da hapis kalan babasını kurtarmakla Elizabeth arasında bir seçim yapmak zorunda. Babasını kurtarmak için Lord Beckett’tan Davy Jones’un kalbini alması ve Uçan Hollandalı’yı yakalaması gerekiyor. Bunu başarabilecek tek gemi ise Siyah İnci ve Jack’le beraber tahtalıköyü boylamış. Will bu anlamda bir yetişkini kurtarmak için öteki çocukların başını yakan bir oyunbozan. Durum hem Jack hem de Will için bu kadar umutsuzken yardımlarına yetişecek tek kişi Kaptan Barbossa’dan başkası olamaz elbette. Onun da bir derdi var tabii; Yedi Deniz’e hakim en güçlü ve en amansız dokuz korsandan oluşan Kardeşler Konseyi toplantıya çağrılmış. Konseyin bir üyesi de Jack Sparrow. Bu yüzden Dünyanın Sonu denilen yere gidilip Jack geri getirilmeli. Ancak fırtınalı bir denizde yalpa vuran bir gemi gibi taraf değiştiren Kaptan Jack Sparrow hakkında hatırlanması gereken tek şey aslında o olmasa başlarına açılmayacak sorunları çözmekte ondan yardım istenmemesi gerektiği.

Ursula K. Leguin’in dedi gibi, “Çocuklar büyük miktarlarda çöp yiyebilirler, ama daha plastik yemeyi öğrenmemişlerdir.” Çocukluğun ve hayal gücünün sonunu simgeleyen Dünyanın Sonu çöp yemenin harika bir şey olduğunu tattıran bir korsan filmi. Jack Sparrow’un babası olarak izleyeceğimiz Rolling Stones grubunun gitaristi Keith Richards’ın bir zamanlar, “Bir Disney filminde rol alma düşüncesi bile tüylerimi diken diken ediyor” repliğini etmiş olmasına rağmen filmde oynamayı kabul etmesi bile bunu kanıtlamıyor mu?

Zodiac

Korku falının sembolleri

“Polis beni asla yakalayamaz, çünkü onlar için fazla akıllıyım… Ölüm makinesi çoktan yapıldı bile.”
Zodiac mektubundan alıntı

Gecenin köründe bir kız ve bir oğlan arabalarını neden boş bir araziye çekmiş olabilirler? Aklınıza her türlü şey gelebilir. Ama sizin de onların da bilmediği bir gerçek var ki, o da az sonra bir katilin saldırısına uğrayacakları. Çünkü Mike Mageau ve Darlene Ferrin 1969 yılının 4 Temmuz günü Zodyak katilinin kurbanları arasında yerlerini aldılar. Kurbanların tam sayısı henüz ortaya çıkmadı. Polis, yedi vakada Zodiac’ın işaretlerini bulmuş olsa da o, on üçten fazla kurbanı olduğunu açıklamıştı. Katilin kimliği ise hala bilinmiyor.
Yedi, Dövüş Kulübü ve Panik Odası filmlerinin ardından uzun süre sesi soluğu çıkmayan David Fincher, 1960’ların sonunda San Francisco körfez bölgesini dehşete boğmuş ve 1974 yılına kadar basına şifreli mektuplar yollamış bir seri katilin gerçek hikayesine dayanan yeni filmi “Zodiac”la aramıza döndü. Karındeşen Jack, Hannibal ve Testere’nin ardından karşımızda yepyeni rafa kaldırılmış dava dosyalarından çıkma bir seri katil var. Zodiac, ruhsal hastalıklarını değil de, usta bir aşçı gibi cinayetlerinin tariflerini veren bir hayaleti andırıyor. Sonu gelmeyen şifrelenmiş mektuplarıyla polis ve basınla alay eden, kimi zaman kendini bir av olarak öne sürüp avcılarını delirten bir hortlak. Acı gerçek şu ki, film de bu seri katilin elinden çıkmış izlenimi yaratıyor.
Zodiac, bir katilin ucundan kan damlayan kalemiyle yazılmış izlenimi yaratan bir film. Çünkü en önemli görsellerinden biri Zodyak katilinin gazetelere gönderdiği ve işlediği cinayetleri anlattığı şifreli mektuplar. Bunların ilki Chronicle gazetesine gönderilen mektup yığını içinde ortaya çıkıyor. Kabaca yazılmış mesajın haber odasının kanını donduran bir içeriği var. İşlediği cinayetleri anlatan ve yalnızca polisin bilebileceği ayrıntıları veren katil, iki gazeteye daha mektup yollamış ve her birine bütün bir şifrenin parçalarını dağıtmış. Katilin söylediğine göre şifre çözüldüğünde kimliği ortaya çıkacaktı.
Şifreyi bir karı koca çözdü. Devamı gelecek mesajlardan birinde, “Sizlere adımı vermeyeceğim, çünkü ölüm sonrası yaşam koleksiyonumu sona erdirmeye çalışırsınız. Cennette yeniden doğacağım ve öldürdüklerim benim kölelerim olacak” yazıyordu. Söylediği gibi Zodiac tekrar tekrar saldırdı.
Filmin konusu Chronicle’da karikatürler çizen Graysmith’in yazdığı romana dayanıyor. Graysmith hayatını Zodiac’ın kimliğini ortaya çıkarmaya adamış. Nasıl Zodiac kendi hikayesini yarattıysa o da bu hikayenin bir parçası olmak istemiş. Ancak kelebek ağıyla canavarları avlamaya çalışan birinden farkı yok. Çünkü ne yıldız suç muhabiri Paul Avery’nin kaynakları ve uzmanlığına sahip, ne de Cinayet Masası Dedektifleri Toschi ve Armstrong gibi delillerle ulaşabiliyor. O kendi başına bir adam ama kimsede olmayan bir gücü var: O da Zodiac gibi kimsenin fark etmediği bir hayalet.
Hikayenin işlenişi patlama yaratmaktansa yavaş yavaş yanan bir sigarayı andırıyor. Avlanan avcının kendini yiyip bitiren tutkusu hafif hafif gözlerimizin önünde tütüyor. İki buçuk saat süren film, fazla ağır ilerliyor gibi gelebilir ama faks makinelerinin ve internetin olmadığı günlerde geçtiğinin her fırsatta altını çizen bu hikayede, ipuçlarını kovalamak için kağıt kalem gibi en ilkel ve yavaş yöntemlerle çalışıldığını da unutmamak gerekir.

GÜN IŞIĞI

Aklın labirentinden kaçış

İkarus ve babası Daedalus, Girit kralı Minos tarafından bir zamanlar boğa başlı canavar Minotaur’un hapsedildiği bir labirente kapatılmışlardır. Girit’in etrafı denizlerle çevrili olduğu için tek kaçış yolu gökyüzüdür. Büyük bir mucit ve hünerli bir sanatçı olan Daedalus topladığı kuğu tüylerini balmumuyla yapıştırarak oğluyla kendisi için iki çift kanat tasarlar. Ancak güneşe fazla yaklaşmamalılardır. Yoksa kanatları bir arada tutan balmumu eriyebilir. Ancak uçmanın cazibesine kapılan İkarus yükseldikçe yükselir ve güneşe yaklaşır. Sonunda kanatları eriyecek ve denize çakılacaktır.

Sadece seyredemezsin, görmek zorundasın

Karanlıktan korkar mısınız? Gözleriniz alıştığında ortaya çıkıveren gölgelerin aslında her zaman orada olduklarını, sadece ışığı yaktığınız için onları göremediğinizi düşündüğünüz olu mu? Görmek içgüdüsel bir sanattır; karanlığı tanır, ışığa ihtiyacı yoktur, sınırları ve hudut işaretleri bulunmaz, giderek büyüyen bir dalga gibi baktıkça baktırır, sizi gerçeklerden uzaklara sürükler. Bakmaksa üsluplar ve sembollerle ilgilidir. Işığa ihtiyacı vardır, kelimeler, anlamlar gerektirir ki, bu anlamlardır bütün gizemleri, gölgeleri kurutup suyunu çıkartan, düzleştirip tepsi gibi önümüze sunan. Oysaki en son gideceğimiz liman her zaman varlığımızın derinlerinde akan bu karanlıktır. Gözümüzü kör eden ışığın ardındaki gerçektir.
Bu açıdan Danny Boyle’un Gün Işığı görmekle ilgili bir film. Görmenin akli dengeleri nasıl bozabileceğine, fazlasını bilmenin tehlikeli olabileceğine dair rahatsız edici imgeler içeriyor. Kısaca diyor ki, güneşe çok yakın uçarsan kanatların erir ve yere çakılırsın, yani güneşe çok uzun bakarsan kör olursun, doğru. Ama güneşi görürsen, o kör edici parlak topun ardındakilere göz ucuyla bir bakış atabilirsen, işte o zaman EUREKA! Labirent yıkılır ve canavar Minotaur serbest kalmadan hemen önce algının kapıları ardına kadar açılıverir.

Antik Yunan’dan Uzay Çağı’na

Yıl 2057. Güneş, çekirdeğindeki bir madde yüzünden kararmak üzeredir ve insanoğlu yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Dünya son umudunu sekiz kişilik mürettebatıyla güneşe doğru yola çıkan Icarus II adlı uzay mekiğine bağlamıştır. Mekiğin görevi, güneşi içten içe kemiren ve enerjisini tüketen Karanlık Madde’yi bir patlayıcıyla yok etmektir.
Uzay gemisinin adının Icarus II olmasının elbette bir nedeni var: Mürettebata gerçeklerden kopmamalarını ve duygularıyla değil, mantıklarıyla karar vermelerini öğütlüyor. Görünüşe göre bu öyle kolay bir görev değil, çünkü yedi yıl önce Icarus I adlı başka bir uzay mekiği daha güneşe yollanmış ancak görevi tamamlayamadan uzayın derinliklerinde sırra kadem basmış. (Biri bu ismin lanetli olduğunu hatırlasa keşke…)
Ancak Icarus II, Merkür gezegenini sollar sollamaz ilk mekikle burun buruna geliyor. Mürettebat dünyayı kurtarma görevlerini bir kenara itip Icarus I’e “bir göz atmaya” karar veriyor. Ve işte o andan itibaren işlerin ters gitmeye başlayacağını anlıyoruz.
Uzay yaşamının klostrofobik havası Minos’un labirentini andırıyor. Mekiğin her tarafından yükselen mekanik gürültüler bazı anlarda kelimeleri bastıracak kadar rahatsız edici oluyor. İlkel bir canavarın yaklaşmakta olduğunu anlıyoruz. Apollo’nun Girit’e musallat ettiği labirente hapsedilmiş Minatour bağıra çağıra kurban istiyor. Zaten emin olun gerçekle hayal arasında gidip gelen bu uzay mekiğinde bir sürü insan ölecek, uzay çağında güneş tanrısı Apollon adına oluk oluk kan akacak.
28 Gün Sonra, Trainspotting gibi filmlerin dahi yönetmeni Danny Boyle bu filmde ışığın karanlığı saklamak için yaratıldığını söylüyor. Çünkü ışıklar söndüğünde ortaya çıkan karanlık bizi korkutur. Onu ışıklandırabilir, saklayabilir, patlatıp dümdüz edebiliriz ama gene de onunla yaşamanın bir yolunu bulamayız.

Film biz seyirciler için de bir uyarı niteliği taşıyor: Sinema salonları, karanlık maddelerle doludur. Bir sürü hikaye, bir sürü sır… Umarım hayatta kalabiliriz. Öteki dünyalar korkaklara göre yerler değildir çünkü.

Ocean’s Thirteen

Kumar masasında iş konuşulmaz

Bir melodi kulağa ne kadar hoş gelebilir, bir şarkı sözü dile nasıl dolanır, eğer içinde bir damla tatlılık yoksa, sizi tutup hafif hafif sallamıyorsa? Ocean’s serisinin, bir filmin en önemli sahnesinde çalmaya başlayan unutulmaz şarkısına benzetilebilecek bir tatlılığı ve tazeliği var. Zarlar, zippolar ve para tıngırtılarıyla dolu bir kornikopya, yani üflendiğinde iştah kabartan bir bolluk boynuzu. Çünkü Ocean’dan öğrendiğimiz bir şey varsa o da herkesten çalınabileceği. Ancak çalmak için de bir neden lazım. Mesela kendilerinkini korumak…
Danny Ocean’ın (George Clooney) eski dostu Reuben Tishkoff (Eliot Gould) büyük bir hata yapmış ve Las Vegas’ın en acımasız iş adamı Willy Banks’le (Al Pacino) yeni bir otel projesine imza atmıştır. Ancak Bank (Banka) adı verilen otel bittikten sonra kazançtan pay almak şöyle dursun, bir tek otelin çatısından dışarı atılmadığı kalmıştır. Bank, altı ay içinde Las Vegas’ın en çok kazanan oteli olacaktır. Kasası bütün hırsızların ağzını sulandıracak bir altın madenidir.

İntikam, kasada korunan bir emanettir
Danny Ocean ve çetesi hem eski dostlarına yardım etmek hem de kendilerini denemek için tekrar bir araya gelir ve Bank’i soyup soyamayacaklarını görmek isterler. Willy Banks ve onun harikalar otelinden en çok yaka silkenlerden biri de Ocean’ın en büyük düşmanı Terry Benedict’tir (Andy Garcia). Düşmanımın düşmanı dostumdur hesabı, Ocean ve Benedict bu kez aynı taraftadırlar. Hedefleri, Banks’in kumarhanesini açıldığı gece soymaktır. Bu kez istedikleri para değil intikamdır.
Planlarının hem yazısı hem de turası var. Hem Banks’in parasını kendi kumarhanesinde çalacaklar, hem de her oteli Beş Yıldız alan Las Vegas patronun gururunu ve neşesini yerle bir edecekler.
Ancak yumuşak başlı bir erkek kediye benzeyen Ocean ve çetesinin patilerini bu kez biraz ıslatması gerek. Çünkü karşılarındaki yıllar önce “güç ona sahip olmayanları eskitir” repliğini etmiş bir star persona’ya sahip Al Pacino ve dolu bir tabancadan daha tehlikeli Ellen Barkin.

Ocean’s 13 çalmak konusunda bir adım önde gidiyor ve Godfather filminden bile bir iki şey araklıyor.
· Andy Garcia ve Al Pacino daha önce Godfather 3 filminde beraber rol almışlardı.
· Ocean’ın çetesinden Virgil ve Turk Malloy kardeşlerin ismini aklınızda tutun. İlk Godfather filminde Al Pacino’nun bir restoranda öldürdüğü gangsterin adı da Virgil “the Turk” Solazzo.
· Turk’ü canlandıran Scott Caan, Baba filminde Sonny Corleone’yi canlandıran James Caan’ın oğlu.

Cornwall

Denizin Üstünde, Taşların Altında Bir Şehir
Gün ışığının tüm ışıltısıyla parladığı denize nazır kayaların üstüne kurulmuş eşsiz sahil kasabaları ve kayaların altında saklı Britanya efsanelerine yolculuk yapın.

Peri masalları “Bir varmış, bir yokmuş…” diye başlar. Hiç neden böyle başladıklarını düşündünüz mü? Gerçek olmadıkları için mi? Sadece birer hayal ürünü olduklarından mı? Efsaneleri miras edinmiş Cornwall halkı, bunu peri masallarının çok uzun zaman önce bir anda yaşayıp, bir anda ortadan kaybolabilme özelliklerine bağlar. Efsaneye dönüşebilme yeteneklerine… Ve neden bazı efsaneler, yıllardır saklı oldukları yerden günışığına çıkartıldıklarında binlerce gölgeye bölünüp ayrı ayrı şekillere bürünürken, bazı efsaneler tartışılmaz bir bütün olarak kalırlar? Günışığı akar gider üzerlerinden. Onlar tek bir anı anlatan efsanelerdir. Geçmişe ya da geleceğe ait değillerdir. Ve onlar bu efsanelerdir… hala dünyanın bazı gizli köşelerinde yaşayan.
Denizin üstünde ve taşların altında yaşayan Cornwall şehri, gün ışığının tüm ışıltısıyla parladığı denize nazır kayaların üstüne kurulmuş eşsiz sahil kasabaları ve kayaların altında saklı Druid efsaneleriyle doludur. İnsanlar buraya gizemleri yaşamak için gelir. Kötülüğe karşı savaşan Kral Arthur ve onun şövalyelerinin gizemidir, onları buraya çeken. Ve kutsal kasenin, büyülü kılıç Excalibur’un, ölümsüz büyücü Merlin’in yaşadığı zamanlardan beri Britanya’nın yosunlu topraklarında saklı kalmıştır.

Bir Efsaneyi Yaşamak
İngiltere’nin güney batı ucundaki bu şehrin insanı çocukluğuna götüren küçük bir tavan arası kapısına benzetmek yanlış olmaz. Yelken bezleriyle, halatlarla dolu sepetlerin her tarafa yayıldığı odalarda, işlemeyen duvar saatlerinin asılı olduğu tozlu koridorlarda, örümcek ağlarıyla dolu gizli merdivenlerde tesadüf eseri karşınıza çıkıveren gerçek bir define haritasını ya da binlerce yıl öncesinden kalma bir parşömeni andırıyor. Sizi maceraya davet ediyor.
Puslu bataklıkları, uçsuz bucaksız sahilleri ve yumuşak iklimiyle Keltlerin tarihi anavatanı Cornwall’un ekonomisinin büyük kısmını turizm gelirleri sağlıyor. İnsan buraya ayak bastığı anda birbirlerine doğru yürüyen Kelt ve Sakson ordularının hayaletleriyle karşılaşacağını hissediyor. Tunç Çağı’ndan kalma höyüklerin, Demir Çağı’na ait ilk madenlerin, efsanevi kralların yaşadığı kalelerin yükseldiği dünyanın bu köşesinde etkin olan renk beyaz. Kayalara çarpan dalgaların köpüklerindeki beyaz, mavi gökyüzünde asılı kalan martıların kanatlarındaki beyaz, denizin ortasında yapayalnız yükselen deniz fenerindeki beyaz ve bir demet papatya gibi parıldayan güneşin teninize vuran ışıltısındaki beyaz.

Güneşin Tuvale Çizildiği Yer
Cornwall’da kendini denizin, güneşin ve tarihin kucağına bırakmak isteyenler için her türlü tatil olanağı var. İsterseniz deniz kenarındaki kulübelerde, ister küçük bir köydeki yatak ve kahvaltı veren bir pansiyonda, ister bir şatonun krallara layık bin bir odasından birinde kalabilirsiniz. Burası günlük yaşamın hayhuyundan uzak bir cennet. Sadece huzurun ve güzelliklerin süregeldiği ve daha fazlasına ihtiyaç duymayan insanların yaşadığı bir yer. Köhne banklara oturmuş dinlenen, havadan sudan bahseden ve şakalaşan balıkçılar, taş döşeli yollar, pencerelerinin pervazları sarılara, mavilere boyanmış, küçücük balkonları misler gibi kokan çiçeklerle dolup taşan bembeyaz badanalı evler… hepsi bir resmi andırıyor.
Kayaların arasında bir dil gibi uzanan, rüzgardan ve meraklı bakışlardan uzak küçük koylar bulabilirsiniz. Kayalıkların girinti çıkıntılarına yuva yapmış martılar gırtlaklarını yırtarcasına bağırırken ıssız koyun kumlu zemininde harika vakit geçirmek mümkün. Dalgaların sesi ise etkileyici, neredeyse her yerde sihir var.



Ne yenir?
Cornwall’un çok zengin bir yemek kültürü var. Üç tarafı denizlerle çevrili olduğu için taze balık bulmak mümkün. Star-gazy pie, balıkla yapılan bir tart. Mayalandırılmış bal ve su ile yapılan alkolli içki mead Ortaçağ’dan kalma bir tat. İç yağıyla yapılmış pasty ise et, kızarmış patates ve soğanla dolduruluyor.

Marie Antoinette Fransız İhtilaline Hangi Kıyafetle Katıldı?



Daha önce hiçbir genç kız tarih sayfalarındaki dedikodu sütunlarından nasibini bu kadar almamıştır. Halk açlıktan ölmek üzereyken “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler,” cevabını yapıştırdığı söylenen Marie Antoinette günümüzün Paris Hilton’u sayılabilir. Pespembe pudra bulutlarının içinde yaşar, ipek bir mendil gibi partilerden partilere süzülür ve şampanya gibi fıkır fıkırdır. Ancak tüm bu şeker kız imajının altında aslında bir etiket yaratacak kadar katı ve karanlık bir isim yatıyor. O, giyotin gibi Fransız İhtilali’nin yarattığı modanın bir aksesuarı. Kimse böyle biri için bir senfoni yazmak istemez. Kimse o dönemin fahişeleri tarafından taklit edilen şatafatlı kıyafetleri ve giderek yükselen parizyen saç stiliyle alternatif bir kültür yaratan birine methiyeler düzmez.
Savurganlığı yüzünden giyotine giden bir kraliçeyi ancak bir post-punk şarkısı paklayabilir.
Sofia Coppola’nın arka planına 1980’lerin post-punk şarkıları döşenmiş Marie Antoinette filmini bir dönem filmi olarak düşünmek de aynı nedenden ötürü yanlış olur. Çünkü Marie Antoinette kendi etiketini yaratmıştı ve film de bizi o döneme sokmaktan ziyade lanetli kraliçenin uçuk renkleri altında pudralamayı tercih ediyor. Tarihi bir figürden çok, tüm geçmişini anavatanı Avusturya’da bırakarak Fransa’ya çırılçıplak giren ve zar zor anladığı altın bir kafesin içine kapatılan genç bir kız var karşımızda.
Film, tual üzerine şatafatlı bir üslupla çizilmiş bir portreyi andırıyor ve yönetmen bu portrenin çerçevesinden dışarı gözümüzü kaydırmamıza izin vermiyor. Bir rengin bitmesini ve başka bir rengin başlamasını keyifle izliyoruz. Bir yanlışın üzeri kapatılıyor, kusurlar törpüleniyor, can alıcı noktalar öne çıkartılıyor ve pasta kremasını andıran boyalar ustalıkla birbirine karıştırılıyor. Etkisi yeni doğmakta olan bir güneş kadar soğuk ve uzak. Işığını yüzümüzde hissedemediğimiz tarihi bir kız var karşımızda. Hızla geçip gidecek, elle tutulamayan bir hayale benziyor. Kimse genç kızların dünyasındaki solgun hayaletleri andıran duyarsızlığı ve ulaşılmazlığı Sofia Coppola kadar iyi betimleyemez. Bu kız ister Amerika’nın tutucu banliyölerinde, ister Japonya’da başında pembe bir perukla, ister Versaille’da yaşıyor olsun hiç fark etmez. O karşımızdadır, bir güneş gibi renkleri değiştirir ve renklerde değişir ama asla renk vermez.
Tualdeki hikayeyi tarih kitaplarından biliyoruz. 1770 yılında Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa’nın dans etmekten ve bebeklerle oynamaktan hoşlanan on dört yaşındaki melekler kadar saf kızı Augustine, Fransa tahtının varisi on beş yaşındaki nişanlısıyla evlenmek için Avusturya’dan ayrılmıştır. Fransa sınırında tüm gardrobunu ve dostlarını arkasında bırakmak zorunda kalan ve Marie Antoinette adını alan bu genç kız, güzel şeylerin küçük paketlerde geldiğinin apaçık bir kanıtıdır. Açık sarı saçları, durgun bir gölün tüm rengini içinde toplamış gibi görünen masmavi gözleri ve dupduru teniyle yastıklı bir kutunun içinde korunan kraliyet mücevherilerini andırır.
Ancak filmin tualindeki bu kızın beğenilmek gibi bir arzusu vardır. Çünkü Fransız aristokrasisinin katı kurallarına alışmak, yüzlerce odası olan saraylarda yaşamış ve kraliyet balolarına katılmış bir prenses için bile çok zordur. Soyunmak, giyinmek, yemek yemek gibi en insani davranışların bile törenle yapıldığı Versailles Sarayı, korkuyla karışık bir saygıyla izlenen, hemen hemen herkesin rol yaptığı bir opera sahnesi olarak düşünülebilir. Belki de bu yüzden Paris’te operaları alkışlamak yakışık almaz ve belki de kendi küçük operetini iyi oynadığını düşünerek alkış bekleyen Marie Antoinette şapşalca bir duyarlıklıla seyrettiği operaları alkışlamaktadır. Kraliçe, tam da bu nedenden ötürü Fransa’nın neredeyse tüm servetini şatafatlı kıyafetlere, abartılı saç modellerine ve sabahlara kadar süren partilere harcamaktadır.
Sofia Coppola da göz kamaştırıcı görsel hazinesini Fransa’nın lanetli genç kraliçesi Marie Antoinette üzerine kurulu tarihi bir cevhere akıtmış. Bize de bu şekeri biraz fazla kaçmış pastadan bir parmak tatmak kalmış.

KÜÇÜK GÜN IŞIĞIM



Bir Minibüs Sıkıntıdan Nasıl Patlar?

1960’lardan kalma sarı Volkswagen bir minibüs size her şeyi anlatabilir. Vietnam savaşını, ayda yürüyen ilk astronotları, 68 olaylarını, çiçek çocukları görmüştür. Ancak bir dönemin barış sembolü olan bu minibüs banliyöde yaşayan ve parçalanmakta olan sorunlu bir ailenin altında ne işi olduğunu size açıklayamaz. Ne de güzellik yarışmalarının neden bu kadar önemli olduğu hakkında bir fikri vardır. Anlarsınız ya: onun kafası daha önemli konularla meşguldür.
Yedi yaşındaki Olive California’da her yıl düzenlenen güzellik yarışmasına katılmaya hak kazandığını öğrendiğinde sevinçten deliye dönerek çığlığı basıyor. İşte, Hoover ailesi için tehlike çanları tam o anda çalmaya başlıyor. Her biri kendi sorunlarıyla boğuşan ve halihazırda dağılmakta olan bu aile, bir de bu eksikmiş gibi şimdi küçük Volkswagen minibüslerine doluşup 1300 km yol tepmek zorunda. Çünkü küçük Olive’lerini Kalifornia’da düzenlenen güzellik yarışmasına zamanında yetiştirmeleri gerek. Ama bir aile piyesinden yol filmine dönüşen bu hikayede asıl önemli konu pahalı olduğu için uçağa hep birlikte binemeyecek kadar kalabalık bir ailenin birbirlerinden ayrılmamak için parçalanmakta olan bir minibüsü tercih etmesi.
Kafası karışık Volkswagenlerine doluşup kilometrelerce yol yapan aile bireylerinin belli ki sorunları başlarından aşkın: Baba Richard, kaybedenlere hayatta nasıl kazanacaklarıyla ilgili dersler veriyor ancak içten içe kaybetmekten korkuyor. Bir sit-com’dan fırlamış gibi görünen dede, uyuşturucu kullandığı için kaldığı huzurevinden atılmış ve oğlunun ailesiyle oturuyor. 15 yaşındaki Nietzscheci Dwayne, pilot olmak istiyor ve ne kadar kararlı olduğunu göstermek için dokuz aydır konuşmuyor. Frank dayı ise yemek masasında küçük Olive’e açıkladığı gibi eşcinsel ve yakın zamanda intihara kalkışmış. Bunun tek nedeni ise öğrencisi olan eski sevgilisini ülkedeki iki numaralı Proust profesörüne kaptırmış ve üniversiteden kovulmuş olması (Ülkedeki bir numaralı Proust profesörü de kendisi). Anne Sheryl’ın ise anlaşılan tek kusuru arada bir gizli gizli sigara tüttürmek. Onun bu hikayedeki görevi aileyi bir arada tutmak olmalı. Bir nevi yara bandı.
Bu kadar sorunlu insana hangi minibüs dayanır? Böylece sarı Volkswagen yavaş yavaş dökülmeye başlıyor. Çalışmak istemiyor, ittire ittire çalıştırdıklarında tepesi atıp sinirden korna çalmaya başlıyor, en sonunda da kapısı yerinden çıkıyor. Aileyi tekrar bir araya getiren belki de onun bu huysuzlukları. Çünkü minibüsü çalıştırmak ve tekrar yola koyulmak yıllardır ilk kez beraber başardıkları bir iş. En azından bu kırık dökük külüstürü hareket ettirebiliyorlar.
Uyuşturucu bağımlılığı, intihar ve ölüm konuları, Nietzsche ve Proust gibi Avrupa edebiyatına göndermeler, otobanda değil de mayın tarlasında yol alıyormuş gibi duran filmin ardı ardına patlattığı bombalar. Ancak sorunlu bir ailenin upuzun yolculuğu bile seyirciyi güzellik yarışmasında karşılaşacağı ucubeliklere hazırlamıyor. Yedi yaşındaki yüzleri gözleri boyalı, saçları kabartılmış “güzellik kraliçeleri” akıl sağlığı yerinde her seyirciyi bir korku tüneline girmiş gibi hissettirir.
Öğlen yemeğinde kişi başı dört doları geçmeyen siparişler veren, özür dilemenin zayıflık belirtisi olduğunu, dondurma yemenin şişmanlattığını söyleyen ve vakit varken olabildiğince fazla kadın becer gibi nasihatler veren aile bireyleri arada bir size soğuk duşlar aldırabilir. Ama filmin sonunda öyle bir skandal yaratıyorlar ki, onları ayakta alkışlamak gerek. Volkswagen bile artık çok eğleniyor. Onlar kaybedenlerden olabilir. Ancak hayalleri ve illüzyonları anlatan bu filmde Proust her zaman yanlarında olacaktır.

Uyuşturucu bağımlılığı, intihar ve ölüm konuları, Nietzsche ve Proust gibi Avrupa edebiyatına göndermeler, otobanda değil de mayın tarlasında yol alıyormuş gibi duran filmin ardı ardına patlattığı bombalar.